Evet ya da Hayır Derken

Okuyamayacağını bildiğim ilk yazıma başlarken
yoldaşım Kamil Kinkır’ı sevgiyle anıyorum.

Sandığa giden seçmenlerin yüzde şu kadarı şunu, bu kadarı bunu dedikten ve böyle demelerinin nedenleri ile sonuçları üzerine genellikle anlamsız bir yığın laf edildikten sonra, bütün o yazılıp söylenenlerin çoğunluğunu hiç dikkate almadan, bir de şöyle düşünemez miyiz? Düşünürsek, başka türlü görüp anlamanın kolay olmadığı bazı etkenleri de hesaba katabilme imkânı bulmaz mıyız?

Önce, şu: Hayır demek, bireysel olarak bile pek kolay değildir. Hele, soruyu soranın beklediği yanıtın “evet” olduğu açıkça biliniyorsa...

Bu beklenen, istenen yanıtın açıkça biliniyor olma durumu, bildirenler açısından, açık ya da az çok örtülü bir güç gösterisini, hiç değilse, günlük konuşmalarda “duygu sömürüsü” diye söylenegeldiği türden bir manevi baskı uygulamasını gerektirir. Bildirilenler açısından ise her iki tür baskıya karşı direnme niyeti ve gücü yoksa, evet demekten başka bir seçenek de bulunmuyor demektir çünkü, bu tür sorgulamalarda, genellikle, sorgulamayı yapan ve güçlü ya da inisiyatif alarak soruyu ortaya atmış olan olan bir taraf vardır ve o tarafın bir niyet ya da kararının onaylanması istenmektedir.

Siyasal gücü ellerinde bulunduranlar tarafından toplumsal olarak düzenlenen sorgulamalarda ise az önce “duygu sömürüsü” olarak kodlanan türden baskılar ya sadece bir ayrıntı olarak kalır ya da tümden yok olur ve değişik biçimlere bürünen maddi güç gösterileri ön plana çıkar. Sorgulama yapılan konuda evet ya da hayır yanıtlarından birini vermek durumunda olanlarsa, büyük kitleler oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla, onlardan, kitlelerin bu tür durumlarda, kabullenme, onaylama, boyun eğme yönünde gerçekleşen genel eğilimlerine uygun tutumlar beklemek gerekir. Başka bir anlatımla, evet sözcüğü ile dile getirilen boyun eğme ya da onaylama, herhangi bir tehlike barındırmayan, bir risk almaya yol açmayacak, ayrıca ciddi bir emek harcamayı da gerektirmeyen tutumdur. Oysa, bir red, karşı çıkış, diklenme anlamı taşıyan hayır yanıtı hem çoğu kez birtakım tehlikeleri içeriyor olabilir hem de bu anlamlarından ötürü bir örgütlenme çabasını, buna bağlı bir emek harcamayı öngörür. Evet demek, zaten büyük ölçüde başkalarınca ve önceden kotarılıp oluşturulmuş bir kararın onaylanması anlamına geldiği için edilgin (pasif) bir tutumu anlatır hayır ise başkalarınca oluşturulmuş bir duruma karşı çıkıp direnmeyi, bunun doğal sonucu olarak, farklı bir durum ya da kararı ileri sürmeyi gerektireceği için etkin (aktif) bir tutuma işaret eder.

Bütün bu söylenenler, kişi kendi başına bir odada, başka hiç kimse hangisini dile getirdiğini görmüyorken, kabul ve red, katılıp onaylama ve itiraz edip karşı çıkma anlamlarından birini olumladığını belirtiyorsa, tümüyle değişir, geçersizleşir mi? Biraz değişmekle birlikte, tümüyle geçerliliğini yitirir, herhangi bir anlamı kalmaz, demek doğru olmaz.

Bir kez, kabullenmenin korkuları savuşturan rahatlatıcılığı ile karşı çıkmanın ürküten yalnızlaştırıcılığından birini seçerken, ikisi arasında hiçbir risk farkı bırakmayan bir gözlerden uzak olma durumunun, hemen hemen hiçbir oy verme kabininde sağlanamadığı hatırlanmalıdır.

Bunun sadece böyle iki oydan birinin verileceği durumlarda değil, genel seçimlerde de geçerli olduğunu ve genel olarak düzen partileri, özel olarak da bir süredir iktidarda bulunan partiler lehine işlediğini ileri sürmekte kayda değer bir yanılgı bulunmadığını düşünüyorum. İstisnalar ise ancak emekçilerin hoşnutsuzluklarını belli bir süreklilik ve kitlesellik kazanmış tepkileriyle ortaya koydukları dönemlerde ortaya çıkabilir.

Ülkemizde son 50 yıl boyunca yapılmış 6 referandumun sadece 1’inde “hayır” sonucunun çıktığı biliniyor. O da 1988 yılında, bir başkası sadece 1 yıl önce yapıldıktan sonra gündeme getirilmişti ve sorgulama konusu, fiilen, yerel seçim tarihinin 4.5 ay önceye alınması idi. Bunun saçma sapan bir soru olduğu şuradan da belliydi: Oylamayı gündeme getiren ve bu saçma soruyu seçmene soran zamanın başbakanı Turgut Özal, oylama gününden hemen önce, sonucun kendi açısından önem taşımadığını bir televizyon konuşmasında ilan etmişti. Nitekim, özellikle muhalefetteki Demirel’le karşılıklı gövde gösterisi içinde yürütülen bir kampanya sonunda, seçmenlerin yüzde 65’inden “hayır” yanıtı alışının üzerinden yaklaşık bir yıl kadar bir süre geçtikten sonra, parlamentoda elinde bulundurduğu çoğunluğa kendisini seçtirterek cumhurbaşkanlığı köşküne çıkmıştı.

Sözün kısası, 50 yıldaki 6 “evet/hayır” oylamasının sadece bu görünür amacı pek saçma olan 1 tanesinde ülkemizin seçmenleri “hayır” demiş ve kendilerine sorulan iki seçenekli sorulara hep “evet” yanıtını verme eğilimini göstermişlerdir.

Bu yalnız bir kez çoğunluğu elde etmiş “hayır” oyu ile ülkemiz seçmenlerinin böyle anlamsız referandumlara tahammül edemeyerek o tür soruları gündeme getirenleri terslediğini anlatmak istemiyorum elbette. Sözün getirilebileceğini sandığım yer şurasıdır: Bu istatistiğin, yazının başında dile getirilen “bir de böyle düşünülemez mi? biçimindeki çekingen soruyu bir parça cesaretlendirici olduğunu sanıyorum. Hemen ardından gelen akıl yürütmenin sonucu olan şu saptamaya da zayıf bile görünse bir destek sağlamaktadır herhalde: Soruyu soranların iktidarı güçlerini belli bir inandırıcılıkla göstermeye yetecek kadar sürmüş durumda ise “hayır” demek, bir karşı çıkışı ve diklenmeyi anlattığı için, cesaret ister.

Burada sözü edilen cesaretin önkoşullarını saymaya kalkıp yazıyı büsbütün spekülatif bir havaya sokmayalım. Herkes kendi başına sayabilir ve bunlar arasında kabul edilebilir düzeyde bir ortaklaşma mutlaka olur.

Olmasına olur da, bu yazı ile sağlanabileceği umulan yararı yok etmesi mümkün birtakım yanlış anlamaların önüne geçebilmek bakımından, belki de okurların önemli bir bölümünce gereksiz görülebilecek birkaç vurguyu eksik etmemekte ne sakınca var?

Birincisi, burada ortaya atılan evet ile hayır’ın anlamlarına ve önkoşullarına ilişkin düşünce alıştırmalarıyla bizim halkımızın eğitim düzeyi konusundaki istatistik verilerin ve zeka düzeyini konu alan varsayımların bir ilgisi yoktur.

İkincisi, son referandumdaki evet sonucu da buradaki akıl yürütmeyi doğrudan ilgilendirmemekte, sadece, ona zayıf bir destek sağlayabilecek bir istatistiği şimdilik tamamlayan en yeni veriyi oluşturmaktadır.

Üçüncüsü, halkımızın bilgeliğinde yerini bulmuş deyişle, “herkesin aklı kendine yeter”se de bizim aramamız gereken devrimci akıldır o da herkeste bulunmaz.