Eksilmeyen

Geçenlerde Ankara’nın Eryaman semtindeydim. TKP’nin git gide yaygınlaştırdığı semt evlerinden birinde. Daha üç beş ay olmuş açılalı, 31 Mart seçimlerinden biraz önce. Sevimli bir mekân, hem de oldukça işlevsel görünüyor. Bu izlenimimi söylüyorum beni çağıran arkadaşlara. Sözlerimden hoşnut olmakla birlikte, “Sen bir de İlker’dekini görsen…” diyorlar. Ankara’yı bilmeyenler için ekleyelim: İlker dedikleri Dikmen taraflarındaki bir mahallenin adı. 

Anlatılanlardan çıkardığım, oradaki yıkık dökük bir binayı el birliğiyle dönüştürüp tanınmayacak kadar güzelleştirmişler. “Tamam” diyorum; “ilk fırsatta gidip göreceğim.” 

Gerçi, görmesem de inanırım. Böylesi durumlarda dile getirilen şaşkınlık ve hayranlık yüklü anlatımlar karşısında ilk aklıma gelen hep şu olur çünkü: Yıllar önce, bugün Kadıköylülerin uğrak yeri olmuş Nâzım Hikmet Kültür Merkezi aşağı yukarı bir harabe durumundayken dolaştırmışlardı beni. Orayı dönüştürmeye uğraşan insanlar hünerli emeklerini karşılıksız sunuyorlar ve, deyiş uygunsa, bir tür komünizan imece usulüyle çalışıyorlardı. “Nasıl adam olur burası!” diye söylenmiştim. Söylenme dediysem, içimden elbette; o çabanın başarısına ilişkin en küçük bir kuşkuya yol açma korkusuyla, hiç fark ettirmeden, başı sonu belli sıradan bir işin karşısında iyi dileklerini ileten biri konumundaymışım gibi…

Şimdi ne zaman oraya yolum düşse, üzerinden kaç yıl geçtiğini unuttuğum o günkü görüntüler gözlerimin önüne gelir.

Gelmemesi mümkün değil ama, bu yazıyı Semt Evleri Genel Müfettişi edasıyla sürdürmenin de alemi yok.

Çağrılma nedenim bir konuşma yapmaktı, bir konferans ya da seminer değil, bir söyleşi. Buraya kadar bir olağan dışılık olduğu söylenemez. Buna karşılık, konu pek de olağan sayılmaz. Manifesto üzerine söyleşeceğiz. İlk yayımlanışının üzerinden 171 yıldan daha uzun bir süre geçmiş, neredeyse iki yüzyıl. Ama, neredeyse iki yüzyıl değil tamı tamına iki yüzyıl geçtiğinde de konuşulmaya devam edecek. Öyle görünüyor. Ne görünmesi, öyle olacağı kesin.

İki yazarından söz ediyoruz önce. Onların kimliklerinden. Kimliklerini oluşturan insani özelliklerinden, toplumsal çevrelerinden ve mücadelelerinden.

Sonra Manifesto’ya gelinceye kadar yapıp ettiklerinden, yazıp çizdiklerinden. Onların nasıl bir gelişim çizgisi gösterdiğinden.

Ardından bu tarihsel metnin temel ilkeleri denebilecek saptamalara, açıklamalara, öngörülere geliyoruz.

“Bugüne kadar var olan toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” saptamasının önemini vurguluyoruz. Bu arada bizim kendi mücadele tarihimizde bu saptama ile polemiğe giren “Bugüne kadarki toplumların tarihi özgürlük mücadeleleri tarihidir.” sözünün sahibini, bu iddianın nelere yol açtığını konuşuyoruz. 

“İnsanların yaşam koşullarıyla birlikte, toplumsal ilişkileriyle birlikte, toplumsal varoluşuyla birlikte tasarımlarının, görüşlerinin ve kavramlarının, sözün kısası bilincinin de değişikliğe uğradığı” belirlemesinin daha sonraki yıllarda gelişkin biçimine ulaştırılacak tarihsel materyalizmin ilk formülasyonları arasında yer aldığına işaret ediyoruz.

“Burjuvazinin onca zamandır onurlu sayılan, herkesin önünde saygıyla eğildiği her etkinliği çevreleyen parlak halkayı söküp atmasının; hekimi de hukukçuyu da rahibi de şairi de bilim adamını da kendi ücretli işçisi yapmasının”, bunlarla birlikte, “katı olan her şeyin buharlaşmasının, kutsal olan her şeyin ayaklar altına alınmasının” ne anlama geldiği üzerinde duruyoruz.

“Kapitalizm” sözcüğü hiç kullanılmadan anlatılan burjuva düzeninin kendisinin yarattığı mezar kazıcıları eliyle yıkılacağından, bunun kaçınılmazlığından söz edilişini konu ediyoruz. 

“Proletaryanın siyasal egemenliği ele geçirmek, ulusun öncü sınıfı durumuna yükselmek zorunda” oluşunun, “işçi devriminde ilk adımın proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek” olarak belirlenmesinin çok daha sonra geliştirilerek olgunlaştırılacak devrim kuramı için nasıl büyük bir adım olduğunu tartışıyoruz.

Nihayet, “Manifesto” diye kısaca yazıp söyleyip geçtiğimiz metnin eksiksiz başlığının “Komünist Parti Manifestosu” olduğunu hatırlatarak şu saptamayı yapıyoruz: O zaman bugünkü, çağdaş anlamıyla bir proletarya partisi yoktu; kuramsal olarak da siyasal pratikte de. Öyle bir partinin hem kuram hem eylem açısından ortaya çıkışı için yarım yüzyılı aşkın bir sürenin geçmesi, daha doğrusu, o süre boyunca yaşananların yaşanması, yapılanların yapılması gerekti. Ama öyle bir partinin önderliğinde proletaryanın ulusun öncü sınıfı ya da egemen sınıf konumuna yükselmesi için çok daha kısa bir süre yeterli oldu.

Ankara’nın kent merkezine uzak bir semtinde 12 gün önce bunlar konuşulurken, belki aynı gün, belki iki gün önce ya da üç gün sonra, aynı ya da benzer konuşmalar kim bilir nerede, nasıl yapılmıştır?

Nerelerde, hangi koşullarda, nasıl yapıldığını bilemeyiz. Ama yapıldığını biliyoruz; mutlaka yapılmıştır, yapılmamış olamaz.

Peki nedir eksilmeyen dediğimiz?

Umut mu, inat mı, kararlılık mı?

Tek tek alındığında ne biri, ne öbürü. Eksilmeyen bunların tümü ve çok daha fazlası...