Eğitim diye diye …

Bundan biraz farklı başlık taşıyan bir yazım, 17-18 yıl kadar önce, ekmek paramı kazanmak için yazdığım mesleki bir yayın organında yayımlanmıştı. O zamanki başlık “Eğitim diye eğitim diye…” biçimindeydi ve büyük şairimiz Tevfik Fikret’in ünlü “Doksan Beşe Doğru” şiirinin yüz yıldır günlük konuşmalara girmiş, kendisinden daha ünlü dizesine göndermede bulunuyordu. Şiirin ilk bölümünü olsun hatırlatalım:

Bir devr-i şeâmet: yine çiğnendi yeminler,

Çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i bülendi!

Kânûn diye topraklara sürtüldü cebînler,

Kânûn diye, kânûn diye, kânûn tepelendi…

Bî-hûde figanlar yine, bî-hûde enînler!

Bir zamanlar Cemal Süreya’nın “şairlerin Cumhurbaşkanı adayı” olarak gösterdiği Ceyhun Atuf Kansu, bu dizeleri günümüz Türkçesiyle şöyle söylemişti:

Bir uğursuz dönem gene: Gene çiğnendi nice andlar

Çiğnendi, yazık, ulusun yüce umudu!

Yasa diye topraklara sürtüldü alınlar

Yasa diye, yasa diye, yasalar tepelendi…

Boş yere çığrı çığlık, boşuna bu inilti!

O yazıda, şu tür değinmeler vardı:

“Verimliliğin artırılmasından tutun iş ve trafik kazalarının azaltılmasına, oradan geçin basın yayın dünyasının sorunlarına, oradan da turizm sektörünün darboğazlarına atlayın ya da yerel yönetim hizmetlerinin niteliğini konu edinin, sokaktaki insandan uzmanına kadar herkesin sözü bağladığı nokta, önerilen tek çözüm olmasa bile bir iki çözüm yolundan biri, eğitim olarak karşınıza çıkıyor. Vergi memuru, belediye zabıtası, polis gibi kamu görevlilerinin yurttaşlara karşı davranışları mı eleştiriliyor? İleri sürülecek neden bellidir: Yetersiz eğitim. Bir gazeteci uluslararası karşılaşmalardaki başarısız sonuçlardan birinin ardından, ‘otorite’ diye bilinen insanlarla futbolumuzun sorunlarını mı tartışıyor? Oturuma katılan herkesin üzerinde birleşeceği çözüm yolu önceden bellidir: Eğitim.”

O zaman, sözde, böyle bir büyülü çözüm yahut maymuncuk durumuna getirilen eğitimin, gerçekte, tıpkı Fikret’in sözünü ettiği kanunlar gibi tepelendiğini vurgulamışız.

Şimdiyse, milyonlarca çocuğun, hiçbir işe yaramayan, bu kadarı biraz acımasız bir anlatım sayılır diye değiştirirsek, ne işe yaradığı herkese göre değişen, demek ne kadar evirip çevirsek aynı kapıya çıkan bir tatil döneminden sonra, yine öyle olacağı az çok bilinen bir okul dönemine başladıkları günlerde akla gelebilecek düşüncelerden, duygulardan, sövgülerden kaynaklanan bir yazıya başlamış oluyorum.

Başlamam, birkaç gündür, farklı nedenlerle de olsa tümüne yakını korunaksız görünümleriyle benim gibi yufka yüreklileri kaygıdan kaygıya düşüren sayısız çoklukta sabi sübyanın yarattığı manzara ile ilgilidir. Bu yazının bir kışkırtıcısı budur.

Buradaki “sayısız çoklukta” deyişini somutlaştıracak olursak, yavru vatanı tıka basa barışla doldurma iddiasındaki harekâtın dışişleri bakanının mahdumu, doksanların başında başbakanlık danışmanı, şimdinin iktisat profesörü köşe yazarının Milliyet gazetesindeki yazısından öğrendiğim kadarıyla, üniversite öğrencileri de katıldığında, nüfusumuz içinde her dört kişiden birinin öğrenci olduğu söylenebiliyor. “Müthiş!” demekte ne yanlışlık olabilir? Ya da şöyle soralım: İyi kötü, olumlu olumsuz demeden, başka kaç ülkede vardır böyle bir durum?

Bir parantez açarak devam edersem, benim eski partim için “öğrenci partisi” derlerdi. Şimdiki için de farklı bir benzetme olduğunu sanmıyorum. Bu bir küçümseme mi oluyor, yoksa övgülü bir beklenti mi? Çoluk çocuk partiyle uğraşamayacağına göre, bu kinayeli sözü, halkın dörtte birini, öğrenci adayı olan okul öncesi çağdakiler de katıldığındaysa, çok daha büyük bir bölümünü oluşturan o çocukların geleceğini koruyup kollamayı amaçlayan bir parti anlamında söylenmiş bir söz olarak anlamak en iyisidir ve böyle bir partisi olan bir ülke ile halk, görünür durumundan bağımsız olarak, küçümsenmeyecek bir umuda sahip demektir.

Her neyse, hayat sürüp gider ve bu biraz da bizim soyumuz sürüp gittiği için mümkün olur.

“Biraz da” derken soyumuz adına bir alçak gönüllülük, daha doğrusu, umursamazlık gösterdiğimin farkındayım. Öyle olsun. Öyle olursa, daha iyidir.

Yazımızın ikinci kışkırtıcısı ise Rıfat Okçabol hocamızın burada Cuma günü okuduğumuz yazısıdır. Yılların eğitimcisi, eğitim profesörü Okçabol hocamız, yeni bir dönemin açılışında o suçsuz günahsız çocukların durumlarını yeniden hatırladığı ve benim gibi içi acıdığı için midir nedir, bugün ilk kez okullu olan çocuklar eğer şansları yaver gider de okul eğitimlerinde şu aşamaya, bu aşamaya gelirlerse ne olacak, diye bir özet yapmış.

O çarpıcı özette de bir kez daha görüyoruz ki, çocuklarımızın geleceği, hiçbir abartma olmadan söylendiğinde, zavallı bir gelecektir.

Bugün ilk kez okula başlayan çocuklar, daha doğrusu, onların aradaki aşamalarda herkesin bildiği birtakım nedenlerle elenip gidenlerinden geri kalan küçük bir bölümü, 2025 yılının yaz aylarına girilirken şuna benzer bir durumda bulunacaklar:

“(…) 2024-2025 öğretim yılında lisans öğrenimini tamamlayanlar, ‘iyi’ üniversiteleri bitirmişse, ailesi varsılsa ya da elerinden cemaatler tutmuşsa baba şirketinde ya da cemaatin gösterdiği yerde çalışacak, önemli bir bölümü de kapağı yurt dışına atacak. Diğer mezunlar ise uzun süre işsizlikle boğuşacak.

Ailesi varlıklı olanların ve cemaatlerin el verdiklerinin iyi yerlerde okuması, mezuniyetlerinde de gelir düzeyi yüksek işlerde çalışması onların hakkı (!), emekçi çocuğunun öğrenim basamaklarının dışında kalması ya da mesleki eğitimle yetinmesi ve yaşamı boyunca sömürülmesi de onların kaderi (!) sayılacak.

Bu durumu sorgulayacak, ‘kaderine’ karşı çıkacak öğrencinin yetişmesi rastlantılara kalacak. Bu durumu ‘kader’ olarak görenlerin sayıları artacak, gelecek yıllarda da bu kaderin yaşanması kaçınılmaz olacak. Oysa ülkenin geleceği bu kadere karşı çıkıldığı oranda aydınlanacak.”

Son cümle dışında, kapkara bir tablo olduğu ve gerçekçilikten bir parmak bile uzaklaşmadan çizildiği, besbelli. Ancak, son cümle ile ortadan kaldırılan bir varsayıma dayandığı için, karamsar olmayı gerektirmiyor. O varsayım, ülkemizde, önümüzdeki 15-16 yıl boyunca kayda değer bir gelişme olmayacağıdır.

Öyle olabilir mi?

O zaman da eski tas eski hamam olacaksa, pes, her şeyi hak etmişiz demektir!