Din ile Ne Yapmalı?

Savaşmalı mı? Bu söz fazla sert ve dar kapsamlı ise, biraz daha yumuşatılıp genelleştirilerek söylenebilir: Birçok durumda olduğu üzere karşı karşıya gelindiğinde, kapışmaktan kaçınmayıp bir hesaplaşma içine mi girilmeli?

Yoksa, el ele mi verilmeli? Hatta, omuz omuza, zorbalara karşı mücadele mi edilmeli?

Yoksa, barış içinde bir arada yaşamak benzeri bir seçim mi yapılmalı? Böylece, ya da bu seçimle çok da çelişmeyecek bir sonuç olarak, görmezden mi gelinmeli, kendi haline mi bırakılmalı?

Bunları daha farklı anlatım biçimleriyle ortaya koymak da mümkün elbette ama bu yazının eğilimiyle uygunluk içinde dile getirilmiş olmaları, doğal karşılanmalıdır. O eğilimin ne olduğunu ise, yazının sonunda anlaşılabileceği beklentisiyle, burada açıklamaya girişmeyelim.

Sosyalizmin, sosyalist mücadelenin geçmişinde, farklı dönemlerde, bunların tümüne de başvurulmuştur. Genellikle adı konulmadan, açıkça öyle yapıldığı söylenmeden, tıpatıp böyle olmasa da, buna benzer sözlerle anlatılabilecek politikalar izlenmiştir. Hatta, bu yaklaşımların yalnız birine değil, birden fazlasına aynı tarihsel kesitte, farklı coğrafyalarda tanıklık edildiği de olmuştur. Belki, yukarıda sıralanan üç yoldan ilkinin burada yazıldığı kadar çıplak, açık açık ortaya atılıp pratik politikaya dönüşmediği söylenerek itiraz edilebilir.

Bununla birlikte, asıl ağırlık taşıyan yaklaşım, sonuncusu olmuş buna göre davranılırken de, birinci yaklaşımın, tekrarlarsak, dine karşı savaş açmanın, hem saçma hem de yanlış bir tutum olduğu vurgulanmıştır. Saçmalık ve yanlışlık nereye bağlanıyor, nasıl açıklanıyor, bunlar üzerinde biraz durmaya değer.

Saçmalık şuradan ileri geliyor: Sosyalizmin kurucu düşünürlerinin, dinde, ezilen insanların acılarını dindirme, hafifletme, maddi dünyanın binbir türlü eziyeti karşısında bir avunma, sığınma işlevi gördüklerine, dinin bu özelliğini saptayıp dile getirmekten geri durmadıklarına geçen hafta değinmiştik. Ama, o düşünürler, asıl şunu ısrarla vurgulamışlardır: Dinsel dünya, gerçek dünyanın, insanların günlük hayatını denetim altına alan dışsal güçlerin onların zihinlerindeki masalımsı yansımasından başka bir şey değildir yeryüzü güçlerinin doğaüstü güçler biçimini aldığı bir yansımadır bu. Dolayısıyla, yeryüzündeki gerçek dünya, nesnel koşulların gelişmesi sonunda ve insanların toplumsal eylemiyle kökten bir değişikliğe uğratıldığında, ancak ondan sonra, onun masalımsı yansıması da ortadan kalkacaktır. Emekçi yığınların sonu olmayan ezilişine ve aptallaştırılmasına dayanan bir toplumda, dinsel önyargıların salt telkin yoluyla yok edilebileceğini düşünmek saçmadır.

Yanlışlığa gelince… Emekçi insanların kendilerini maddi olarak ezen, manevi olarak teslim alan toplumsal düzen varlığını ve gücünü sürdürdükçe etkisinden kurtulamayacakları dine savaş açmak, bu nedenle saçma, anlamsız, sonuç alma şansı çok düşük olmasının yanında, o düzeni ortadan kaldırmak için mücadeleye girişen emekçi yığınlar arasında bölünmeye yol açacağı, bu mücadele için çok gerekli olan sınıf birliğini yok edeceği ya da sarsacağı için, aynı zamanda, yanlıştır çok ciddi bir yanılgıya düşmek anlamına gelir.

Sonuçta, hem haklı hem de akıllıca olduğuna itiraz edilemeyecek şöyle bir yol bulunmuştur: Din özel bir konu olarak ilan edilmiş dolayısıyla, kişisel özgürlükler çerçevesine alınmıştır. İsteyen istediği dine inanmakta ya da hiçbirine inanmamakta, kişisel düzeyde bunun gereğini yerine getirmekte, inandığını açıklayıp açıklamamakta özgürdür. Buna karşılık, herhangi bir dinin öngörülerini ve kurallarını toplumsal hayatın düzenleyicisi durumuna getirme konusunda böyle bir özgürlük olamayacağı açıklıkla belirlenmiştir. Burada söz edilen, o yanıltıcı klişedeki din ile siyasetin ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, toplumsal hayatın düzenlenişinde dinsel dogmaların hiçbir belirleyici rolünün olmamasıdır.

Ayrıca, dinin özel bir konu olduğu yolundaki ilkenin işçi sınıfı partisinin kendisi açısından geçerliliğini yitireceği de vurgulanmış bunun gerekçesi olarak da “işçi sınıfının kurtuluşu için savaşan, sınıf bilincine sahip, öncü savaşçıların bir birliği olan böyle bir partinin, dinsel inançlar biçimine girmiş aydınlanmamaya ve bilgisizliğe karşı kayıtsız kalmaması gerektiği” ileri sürülmüştür. O partilerden tarihteki en önemlisinin önderi şunları da yazmıştır: “Şimdiye kadar yasaklanan ve baskı altına alınan uygun bilimsel yazının yayımlanması artık parti çalışmamızın dallarından birini oluşturmalıdır. Anlaşılan, bundan böyle, Engels’in bir zamanlar Alman Sosyalistleri’ne verdiği öğüdü tutmak, yani 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmacılarının ve tanrıtanımazlarının yazınını dilimize çevirmek ve geniş ölçüde yaymak zorunda kalacağız.”

Yirminci yüzyılın sosyalist ülkelerindeki aşırı sertlikten alabildiğine tavizciliğe kadar uzanan uygulamalar bir yana bırakılırsa, bu yazılıp çizilenlerin esas itibariyle geçerliliğini koruduğu kabul edilmelidir. Ancak, güncel durum, hepsine doyurucu yanıtlar bulunamasa da bazı sorular üzerinde düşünülmesini gerektiriyor.

Soru biçimine dönüştürmeye uğraşmadan bazılarını yazmaya çalışalım.

Bir kez, bütün dinleri aynı sepete koyan yaklaşımlardan uzak durmakta yarar olduğu akılda bulundurulmalıdır. Her biri farklı zamanlarda ortaya çıkmıştır dolayısıyla, hem o zamanların etkilerini taşımış hem bugüne gelinceye kadar çok farklı uzunluklarda bir hayatları olmuş ve bazıları az bazıları çok değişikliğe uğramıştır. Bütün bunlara bağlı olarak, dinlerin vaaz ettikleri öğretilerde, en az ortak yanlar kadar, farklılıklar da bulunmaktadır. Dünya olayları ile ilgili tutumları, politik yaklaşımları da benzerliklerin yanı sıra benzemezliklerle doludur. Pek çok coğrafyada, uzun zaman önce siyasal ve toplumsal hayatın dışına sürülüp çıkarılmış olan vardır bu tür bir sürülüp atılmayı, bu sözcüklerin sertliğinin hiç uygun düşmediği bir yumuşaklık ve yarım yamalaklıkla, üstelik yaygın olduğu coğrafyanın çok küçük bir bölümünde yaşamış olan vardır. Tarihte girip kazandığı ve kaybettiği savaşlara da bağlı olarak, toplumun hayatına düzen verme iddiasını iyice törpüleyip kendisine yeni işlevler tanımlamış olanın yanında, doğuşundan beri sürdürdüğü bütüncül bakışını ve alemlere nizamat verme, insan bireylerinin ve toplumlarının hayatlarının bütün alanlarını düzenleme iddiasını bir milim bile eksiltmemiş olan vardır. Dolayısıyla, dinlerin ve değişim süreçlerinin incelenmesi, daha fazla ihmal edilmemesi gereken bir alan olarak durmaktadır.

Öte yandan, ortak yanlar var. Dünyada birkaç onyıldır ortaya çıkmış olan duruma bakıldığında, en belirgin ortak yanın şu olduğu söylenebilir: Sermayenin emek karşısındaki uzun sürmüş zafer şöleni içinde dinler özel bir yer almakta bu yer alış, çok yaklaşılmış olduğu varsayılan nihai zafer için son darbeyi vurmak üzere başlatılmış bir “topyekûn taarruz” biçiminde gerçekleşmektedir. Başka bir anlatımla, yukarıda hatırlamaya çalıştığımız din ile özel olarak ya da açıkça ilan edilmiş bir savaşın saçmalığını dile getirmek üzere yapılmış açıklamalarda sezilen determinist vurgunun inandırıcılığı, kapitalizmin dayanıklılığı ve bunun sağlanmasında genel olarak ideoloji ile özel olarak dinsel ideolojinin rolü düşünüldüğünde, aynı düzeyde kalmış görünmüyor.

Böyle bir konjonktürde, görmezden gelmek, aldırış etmemek, “ayrı kulvarlardayız, din başka siyaset başka” havasına girmek, sadece gülünç olmayı değil teslimiyeti de getirecektir.

Belki de, daha kolay anlatabilmek için, yazıyı böyle bitirmekle akılda kalanın sadece bu olmasına yol açma tehlikesi göze alınarak, güncel bir örnek verilebilir.

Bütün bir hafta “first lady” hazretlerinin, böyle bir kararı kendi başına veremeyeceği için ilkokul çocuğunun başını örtmesinin bir cehalet olduğu ve bu cehaletin ortadan kaldırılması gerektiği yolunda görüş bildirmesi ve muhterem eşlerinin buna katıldıklarını beyan etmeleri, gündemde önemli yer kapladı. Başbakan beyefendi de, takıyye alışkanlığıyla olmalı, aslında yeterince açık olan, ama muğlak görünen ifadelerle o görüşlere karşı çıktılar.

Oysa, birkaç hafta önce burada, Mehmet Bozkurt bu konudaki ölçütün ne olduğunu şaka yollu yazmıştı. Şaka yollu olmasına bakılmamalıdır bu konu dinsel özgürlüklerin alanına giriyor madem, dinsel açıdan geçerli ölçüt, bütün ciddiyetiyle, şudur:

“İlköğretim çağındaki çocukların dokuz yaşından gün almamışları için türban zorunluluğu olmayabilir. Buna itiraz etmek çocuk hak ve özgürlüklerine müdahale demektir. Ancak evlenme yaşına gelmiş, yani dokuz yaşından gün almış her kız çocuğu saçını başını bir güzel örtmelidir ki kendisini şeytani bakışlardan sakınabilsin. (…)

Küçük bir not, ‘dokuz’ derken referansım Ayşe anamızdır...”

Yukarıda değindiğimiz dinler ve geçirdikleri değişimler konusundaki incelemelerin ihmal edilmiş alanlar arasında yer alışı, başka bir sorundur Mehmet’in sözünü ettiği referansla ilgili cehaleti bağışlatmaz. “Ayşe anamız”ın kim olduğu ve dokuz yaş ile nasıl bir ilgisinin bulunduğu, eğer bilinmiyorsa, en yakın çevredeki küçük bir sorgulama ile kolayca öğrenilebilir.

Yine yukarıda kısaca yer verdiğimiz, dinsel önyargıların sadece telkin yoluyla ortadan kaldırılabileceğini düşünmenin saçmalığı konusuna da burada bir göndermede bulunmakta yarar var. Devrimci mücadelenin farklı niteliklerdeki örgütlerinin özel olarak türban, daha genel olarak da kadınların örtünüp saklanması konusunu siyasal propaganda ve eylemlerinde ayrı bir başlık olarak ele almaları, başka bir anlatımla, bu sorunu telkin yoluyla çözmeye kalkışmaları gerçekten de saçmadır. Ama, diyelim, üniversitedeki devrimci bir öğrencinin, türbanlı arkadaşını elbette küçümsememek, örtündüğü için ya da örtünme yoluyla aşağılanmasına ve tecrit edilmesine göz yummamakla birlikte, onu yaptığının saçmalığı ve kendisini tutsaklaştırdığı konusunda ikna etmeye çalışması, kaçınamayacağı bir görevdir.