Demokrasinin çöküşünde yeni bir aşama olarak referandum

Bir de bu açıdan bakmayı deneyelim.

Hayır oylarının nasıl gerçekleştiğinde daha çok anlam taşıyabileceği, evetçileri geçtiğinde neler olabileceği türünden soru ya da tartışmaları, bunlar önemli olmakla birlikte, bir yana bırakıp ilk bakışta ikincil önemde görünebilecek bir tür biçim ya da usul tartışmasına odaklanmanın da yararsız olduğu ileri sürülemez.

Asıl tartışma, doğal olarak, referandumun konusunu oluşturan anayasa değişikliğinin amacı, getirip götürecekleri, bunların halkın hayatına yansımaları üzerinde yoğunlaşırken, bu yoğunlaşma başka konuları kıyısından köşesinden olsun konuşmayı imkânsızlaştırmadan önce, böyle bir konunun gündeme getirilebilmesi, büsbütün umarsız bir çaba olmayabilir.

Temsil edilenlerin temsil edecek kişilerin seçilmesine, toplumun yönetilmesinde belirleyici olacak kuralların, onlardaki değişikliklerin ya da yeni düzenlemelerin oluşturulmasına oy kullanarak katılmaları, temsili demokrasinin temel koşullarından biridir. Bunun üzerinde bir tartışma yok.

Aslında yok da denemez; örneğin, burada sözü edilen “katılım”ın belli aralıklarla oy vermekten mi ibaret olacağı yoksa çeşitli biçimlerde süreklilik ve etkililik kazandırılmış bir süreç olarak mı gerçekleştirileceği, belki de en önemli sorulardan biridir. Ama konuyu dallandırıp budaklandırmamak için o tür soruları sormaktan kaçınalım.

Üzerinde tartışma bulunmadığını söylerken, hangi taraftan olursa olsun kimsenin itiraz etmediğini belirtmek istediğimiz, temsilcilerin temsil edilenler tarafından özgürce seçilmesi, daha genel bir anlatımla, temsil edilenlerin nasıl yönetileceklerine ilişkin kararlarda söz sahibi olmaları konusu, bundan bir adım ileriye gidilince bir yığın tartışmayı da birlikte getiriyor. En önemli soru işaretlerinden biri şu: Yurttaşlar karşılaştıkları ya da karşı karşıya bırakıldıkları konularda en doğru ve akla uygun kararı vererek seçimlerini o yönde yapabilecek durumdalar mı? Bunun başlıca iki önkoşula bağlı olduğu aşağı yukarı genel kabul görüyor.

Birincisi, karar verilecek konuya ilişkin hemen hemen eksiksiz bilginin, seçimini yapmadan  kabul edilebilir bir süre önce yurttaşa gelmesi ve onun kararını bu bilgiye dayanarak vermesi zorunludur.

İkincisi, yurttaşın, kendisine ulaştırılan bu bilgiyi kavrayıp değerlendirebilme kapasitesine sahip olması gerekir.

İşte bu önkoşulların ikisinin birden varlığı sağlanmadan yapılacak herhangi bir seçim özgür seçim sayılamaz. Bir başka deyişle, bu iki koşulun birlikte var olduğu saptanmadan, seçim özgürlüğünden söz edilemez. Bu nedenle, en gözü kara demokrasi savunucuları bile, gerçek dünya ile bağlarını tümden koparamadıkları ortamlarda, temsili demokrasilerin gerçek hayatta özgür seçimlerden şu ya da bu ölçüde uzak koşullarda işlerlik kazanabildiklerini kabullenmek zorunda kalırlar.

Şu günlerde ülkemizde yaşayıp da yukarıdaki satırları okuyanlar, hiç değilse onların vakti daha kıt olanları, malumu ilamdan öteye gitmeyen yazılardan sıkılmış olarak, okumaktan vazgeçebilirler. Çok da haksız sayılmazlar doğrusu. Yine de, tekrar etmekte sakınca görmediğim için, devam ediyorum.

Bizim artık basbayağı “Türk tipi” nitelemesini hak eden demokrasimizde, bu niteleme üzerinde hiçbir kuşku kalmaması için midir nedir, en olmadık işler gündelik rutine dönüşmüş durumda. Birdenbire denebilecek biçimde ortaya atılan ve aynı acullukta sürdürülen referandum süreci ilerledikçe demokrasinin evrenselliğine daha ne şaşırtıcı ulusal katkılar yapılacağını göreceğiz. Öyle anlaşılıyor.

Şu seçim özgürlüğü denilen hikâyenin, aslında hikâye bile değil, herhangi bir inandırıcılık kaygısı güdülmeyen bir masala dönüşmesi için ne gerekiyorsa yapılıyor sanki. Daha da yapılacaklardan başka…

Örnek olsun, her gün devletin imkânlarını kullanarak ülkenin dört bir bucağına ulaştırılan meclis televizyonunun yayını, tam da anayasa görüşmeleri başlarken durduruldu. O kadarcık bir açıklıktan bile korktukları için ve/veya, az önce sözünü ettiğimiz, demokrasi teori ve pratiğine özgün Türk katkısının boyutlarını genişletme yolunda hiçbir çekinceye yer vermedikleri için…

Parlamentodaki neye yarayıp neden çıkarıldığı  belirsiz kavga dövüşü, orada yapılan veciz tartışmaları, anayasa manayasa dinlemeden sürdürülen kullandığı oyu açık etme gösterilerini belirtmeye bile gerek yok. Bunlar yüce meclisin olağan çalışma kurallarının içinde yer alıyor zaten.

Öte yandan, olağanüstü hal uygulaması devam ediyor. Başbakan, daha birkaç ay önce, ohal altında referandum yaptırdılar lafını söylettirmeyiz onlara, demişti. Açık açık ve aşağı yukarı bu sözcüklerle. Anlaşılan, asıl söz sahibi olan, kendisinin kulağını çekerek ya da, daha yüksek bir olasılıkla, hiçbir uyarıda bulunmadan, daha olağanüstü hal ile yapılacak çok işleri olduğunu açıklayıverdi. Böylece, sadece bir defacık, sadece üç ay, hatta işlerini daha kısa sürede tamamlayıp ilk üç ay bile dolmadan kaldıracaklarını yine başbakan ağzından ilan ettikten sonra, çok sevdiklerini yapıp ettikleriyle gösterdikleri olağanüstü hal koşullarında, pek demokratik ve bir o kadar özgür halkoylamasını gerçekleştirmiş olacaklar.

Bu olağanüstü hal koşullarının neden önemli olduğuna ilişkin bir örnek, alabildiğine çoğalacağı anlaşılan bir sürü örnekten biri geçen gün ortaya çıkmıştı. Değerli hukukçu Ali Rıza Aydın, dünkü yazısında buna değiniyordu:

“Türkiye Komünist Partisi’nin ‘Yeter’ sloganlı bildirisi, birçok yerde dağıtımını yaptırmama; dağıtanları tehdit etme, gözaltına alma, gözaltında baskı yapma, savcıya çıkarma gibi yollarla engellenmeye çalışıldı. TKP üzerinden başkalarına da gözdağı veriliyor.

‘Hayır’ kampanyasında yazılanlar ya da söylenenler, tek başına hükümet olasılığı ortaya çıkacak Cumhurbaşkanını hedef alınca, hemen cumhurbaşkanına hakaretten soruşturma devreye sokuluveriyor. Olmazsa, toplantı ve gösteri yürüyüşü yasağı, kabahatlar yasası, OHAL sosu ve valiliklerin yasaklama uygulamaları devrede… İhbarcılık da destekte… “Hayır”cılar (1982 Anayasası’nın halkoylamasından miras) hain ilan edilirse hiç şaşırmayız. Oh ne âlâ…

Manşet belli: ‘Evet’çiler serbest,’hayır’cılar -cezaevi şart değil- dışarda tutsak.”

Aslına bakılırsa, Türk tipi söylemleriyle yola çıkılmış bir başkanlık rejiminin oylanmasında yine Türk tipi demokrasi ve özgürlük koşullarının geçerli olması, hem tutarlılık gereğidir, hem de hani “eşyanın tabiatı” denilip durur ya, her neyse, ona gayet uygundur.

Bununla birlikte, sonuç olarak, iki durumda da kazançlı çıkacağımız söylenebilir.

Evet oyları çoğunlukta olursa, düzen, çıkışsızlığına bir soluk aldırabileceğini umarak bir süreliğine de olsa aldatıcı bir ferahlık duyabilir, ama demokrasinin durdurulamayan çöküşü yeni bir ivme kazanmış olur.

Hayır oyları çoğunlukta olursa, ahir zaman dini demokrasinin inandırıcılığında hangi gedik açılırsa açılsın işe yaramıyor, bu çok fazla aşınmış iktidarın gidiciliği gizlenemiyor, anlamı ortaya çıkar. Bir de, eskiden beri en özgüvenli, en kabadayı takımlar, hakemi de yeneriz gerekirse, derlerdi böbürlenerek; ona benzer bir durumla karşı karşıya kalırız.