Demokrasi Mücadelesi

Dünya tersine mi dönmeye başladı acaba?

Yoksa, dünya bilinen dönüşüne devam etmekle birlikte, benim kafama saksı yahut daha iri bir cisim düştü de başı sonu, ucu bucağı bilinmez, gelmişini geçmişini bir türlü şeyttiremediğimiz, bu sözcüğü kolektif bir yaratma/uydurma sürecinin ürünü olarak kayda geçirip daha yakışanını yazarsak, yerli yerine oturtamadığımız demokrasi mücadelesinin faziletine vakıf olabildim ve böyle bir başlıkla söze girdim?

Hayır, hiçbiri değil.

Ama, önce, devam edebilmek için, biraz soluklanmak, soluklanırken sinirlerime hakim olmak zorundayım.

* * *

Bu üç yıldız ve öncesindeki işi biraz da sululuğa vurarak gerginliği azaltma satırları, soluklanıp sakinleşmeme yaramıştır, umarım.

Şimdi devam edelim.

Yirmi birinci yüzyılın ilk onyılını devirdikten, devirmekle kalmayıp ikincisinin de ortalarına doğru yol almaya başladıktan sonra, bu demektir ki, sosyalizm diye adlandırdığımız insanlığın kurtuluşu ile ilgili bulunabilmiş tek yolun, tek çarenin ortaya atılıp, yazılıp çizilip, ter ve kan dökülerek kuruluşu bir yana, çarçur edilişinin bile üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra, üstelik, hiçbir yıkımın geri çeviremediği milyonlarca insan inadını sürdürürken, demokrasi memokrasi olmaz. Olur da, düşman taraftan gelip yayılırken adına fesat deriz, fitne de olabilir ve hangisinin uygun düşeceği ayrıca tartışılabilir, kendi içimizdeki hâlâ sağaltılamamış hastalığın uzantısı olarak sürüp giderken aymazlık deriz ve her ikisine de aman vermeyiz. Asap bozukluğum tam yatışmamış anlaşılan, düzeltiyorum: Aman vermemeye, filizlenmesine ve bilmem kaçıncı kez çoğalıp yaygınlaşmasına izin vermemeye çalışmalıyız, demek istiyorum.

Bugün her türlü sosyalist hareketlenmede ve hele, örgütte, ama bunların devrimci nitelemesini hak edenlerinde, yer alma talihine sahip olmanın asla vazgeçilemeyecek birkaç ölçütünden biri, şu konudaki zihin açıklığı olmak zorundadır: Demokrasi bir devlet biçimi yahut durumudur ve her devlet biçiminde olduğu gibi ayırt edici yanı, hangi toplumsal sınıfın/ sınıfların tarihsel ve güncel çıkarları üzerine kurulu olduğudur. Bu ayırt edici özelliğine bakılarak, her demokrasi bir diktatörlüktür ve her diktatörlük bir demokrasidir, demek yerindedir, doğrudur sorunun özünü kavramak bakımından en basit ve şaşmaz yol göstericidir. Bunu kavramadan siyasal mücadeleye katkıda bulunmak ne kadar mümkünse, örnek olsun, kerrat cetvelini, çarpım tablosunu bellemeden aritmetik işlemlerde ilerlemek de o kadar mümkündür. Üstelik, ikincisini yapmaya çalışan çocuklar sadece matematik derslerinde döne döne başları dönmekle kalırlarken ilkini yapmaya kalkanların çoğalması, insanlığın tek umudunun körelmesi gibi hiç değilse başlangıçta akla hayale gelmez bir sonuca bile yol açabilir. Elbette, şu son dediğimiz çocukların derdinin, bizim zamanımız için geçerli olduğunu, oysa çoktandır kerrat cetvelini öğrenmeden, elektronik hesap makineleriyle her türlü işlemin yapılabildiğini söyleyenler çıkacaktır. İyi bakalım, söylesinler ve bu yolda devam etsinler!

Hızlı yazmak zorunda olduğum ve daha önce de çokça yinelediğim için, birkaç noktaya değinmekle yetiniyorum.

Epeydir yazılarını özlediğimiz Yurdakul Er’in deyişiyle, “demokrasi dini”, günümüzdeki bütün dinlerden kendi işine yarayan öğeleri içermeyi becerebilen ve emekçi insanlık için onlardan hiçbiriyle karşılaştırılamayacak kadar köreltici ve uyuşturucu olan bir tür ideolojidir ideolojilerin birçok özelliğini taşıdığı için böyle demekte bir sakınca yok. Din yakıştırmasından devam edilirse, İslam dininin iddiasına aykırı olarak, bunun ahir zaman dini olduğu da söylenebilir. Bu ahir zaman dininin bir peygamberinden söz etmek ise mümkün değildir çünkü, peygamberleri çok sayıdadır ve hepsi de, Ömer Seyfettin’in anlatımıyla, “akidesini esvap gibi değiştiren” insanlar türündendir. Daha doğrusu, savundukları ile öngördükleri, giysi seçiminde olduğu gibi, kendi iradesi dışındaki koşullara karşı korunak ve kendi iradesine de bağlı olarak değişen modalara uyum sağlamak üzere çeşitlilik gösterir. Sonuç olarak ve kısacası, demokrasi dininin hurafelerinden etkilenme derecesi ile sosyalizm mücadelesine katkı sağlayabilme yeteneği arasında, çok güçlü ve ters yönde bir ilişki vardır. Bu bağıntı, hem bireyler hem de örgütler ve farklı nitelik ve büyüklükteki topluluklar için geçerli olmakla birlikte, son ikisi, örgütler ile kitleler söz konusu olduğunda, durumun çok vahimleşeceği besbellidir.

“Demokrasi dini” adlandırmasını, her ne kadar öyle olmasa da, bir aşırılığın anlatımı olarak kabul edip bir kenara bırakabilir, bıraktıktan sonra demokrasi mücadelesine gelebiliriz.

Bir kez, “her sınıf” anlamında “herkes” için demokrasi olamayacağı, bazı sınıflar için demokrasi olanın bazı sınıflar için diktatörlük olacağı kavrandığında, demokrasinin ilerletilmesinden söz etmenin de bir saçmalık olduğu anlaşılır. Sınıflar mücadelesinde, sömürülen ve yönetilen konumundaki sınıflar için geçerli olan demokraside birtakım ilerlemeler, hatta esaslı ilerlemeler sağlanabilir. Ama, bunların hiçbiri, gerileme olasılığını ortadan kaldırmaz, ortadan kaldırmak bir yana, önemsiz bir düzeye bile indirmez. Bu yüzden, demokrasi mücadelesi, demokrasiyi geliştirme, ilerletme amaçlı bir mücadele, her zaman, bizim mehter takımı yürüyüşünü andıran bir seyir göstermek zorundadır: bir ileri iki geri yahut iki ileri bir geri, her neyse… Dolayısıyla, böyle bir mücadele yürütmek, bir bakıma, Grek mitolojisindeki Sisyphos’a verilene benzer bir cezayı çekmeye benzer: Bir kayayı iterek dağın doruğuna çıkarmaktır ya cezası, her defasında, uğraşır didinir, tam doruğa ulaşacakken kaya aşağıya yuvarlanır ve uğraşına baştan başlamak zorunda kalır. İyi de, haydi, mitolojide kurnazlığın simgesi olan ve dolandırıcılarla hırsızların üstadı sayılan bu kral Sisyphos cezasını hak etmiş diyelim, bizim ne dolandırıcılığımız görülmüş ki bir türlü ileri düzeye gelemeyen demokrasiyi ilerletmek için uğraşırken habire başa dönüp duralım! Üstelik, zamanla, bu Sisyphos bir halk kahramanına dönüşmüş, bize düşense nedir, bilinmez. Bilinir de onları yazmanın sonu gelmez, ayrıca yakışık almaz.

Bir kez daha yinelemekten ne zarar gelsin, unutulmaması gereken şudur: Demokrasi mücadelesi ile elde edilmesinin mümkün ve gerekli olduğu sanılanlar, sosyalizm mücadelesinin, iktidar öncesindeki ve sonrasındaki yan ürünleri olarak gerçekleşebilir ancak. Sosyalizm mücadelesi, onları, çağlar boyunca değişik kılıklar ve ortaklar edinmiş burjuvazinin asla ısrarla amaçlamadığı ve amaçlamayacağı kazanımlar olarak, geçerken gerçekleştirir.

Öte yandan, demokrasi mücadelesinde insanların bazı açılardan yetişmesi, eğitilmesi elbette mümkündür. Ama bu yetişkinliğin ya da eğitilmişliğin sosyalist iktidar mücadelesinde ne kadar işe yarayacağı belirsizdir hatta, yukarıda değindiğimiz güçlü bağlantıyı hatırlayarak, bu olasılığın çok düşük olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, bir bakıma, her yetişkinlik ve eğitim birtakım tortuların kalıcı hale gelmesi demek olduğuna göre, orada yetişmişliğin sosyalizm mücadelesine zararlı tortular bırakması kaçınılmazdır. Demokrasi mücadelesinde yetişmiş, başka bir anlatımla, ömrü demokrasiyi genişletmek, geliştirmek, ilerletmek uğruna çabalamakla geçmiş insanlarla, böyleleri de olacaktır kuşkusuz, ama çoğunluğu böyle olan insanlarla sosyalizmin kurulabileceğini düşünmek ise başlıca iki nedenle dayanaksızdır.

Birincisi, inanmış halkımızın deyişine benzeterek dile getirelim, bunun “kitapta yeri yok”tur şu farkla ki, bu bitmiş ve virgülüne bile dokunulması yasaklanmış değil, hiç bitmeyecek ve hep geliştirilmesi gereken bir kitaptır. İşte o kitapta yeri yok, demiş oluyoruz. Varsa da ancak şöyle vardır sözgelimi, o büyük kitabın Alman İdeolojisi adını taşıyan cüzünde vurgulanmıştır: Sosyalizm davasının başarısı için “insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi zorunludur böyle bir değiştirme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimde mümkün olabilir.” Dolayısıyla, devrim, başka nedenlerin yanı sıra, iktidarı alacak sınıf, “ancak bir devrimde geçmiş çağların fışkısından kendini kurtarmayı ve yeni bir toplumu kurmayı uygun hale gelmeyi başarabileceği için zorunludur.” Ama burada sözü edilen devrimin demokrasi ile de demokratik devrim ile de bir ilgisi yoktur ne o satırları yazanların aklında ne de gerçek hayatta olup bitenlere bakıldığında…

İkincisi, pratikte, sosyalizm mücadelesi tarihinde de insanlar, akımlar ve örgütler ne kadar demokrasi mücadelesine gömülmüşlerse, devrim ve sosyalizm o kadar uzakta kalmıştır hem insanların kafasında uğrunda mücadele etmeyi her koşulda özendiren bir hayal, hem de mücadele örgütlerinin önündeki siyasal bir hedef olarak… Emekçi insanlığın bu batağa saplanıp kalması, kurulabilecek “en güzel dünya”nın önündeki, ne yazık hâlâ güncelliğini koruyan, başlıca engellerden biridir.

* * *

“Ey muharrir, ne bu şiddet, bu celal?” diye soracaklar içinse yanıtım hazır: Tekrar tekrar başa dönmekten gına gelmiştir gına gelmek, bıkkınlık duymak o kadar önemli değil, asıl önemlisi, dönüp dönüp bina okumanın da bir sonu olmalıdır ve olmuyorsa eğer, akıl yürütme ve anlama çabamızda ileri gitmek çok güçleşir öyleyse, herkese, hepimize yazıktır, hatta günahtır. Ne kendimize yazık edelim, ne de yüce yaradana günahları kayda geçirtme konusunda ek iş çıkaralım. En iyisi, abc’yi durup durup yeniden hatırlatmaya bir son vermek ve bu ihtiyaçlarının karşılanmadığı apaçık ortada olanları Hazret-i Eyüp sabrına sahip mücadele arkadaşlarımıza havale etmektir. Ben kendi hesabıma öyle yapacağım. “Bir daha da Davos’a gelmem!” demişti ya zat-ı şahaneleri, ilk kez ona öyküneceğim ama öyle kendi Davos’umu yaratmak benzeri tevil yollarına sapmadan, bundan sonra bu tür söylemler için vakit ayırmayacağım, bunların çok yoğunlaştığı yerler olursa da oralarla selamı sabahı keseceğim.

İsteyen, tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış, diyebilir.