Çöken hangisi?

Ne zamandır söylenip duruyordu. Bu yakınlarda biraz daha arttı. Önümüzdeki aylarda daha da artacak. Dün başlatılan anayasa uzlaşma görüşmeleriyle, muhtarlara belki ihtiyar heyetlerini de katarak yapılacak saray toplantılarıyla, bunlara havalar ısındıkça eklenecek açık hava nutuklarıyla ve belki de tüccarlıkla imamlığın görülmemiş bileşimlerinin ürünü yepyeni araçlarla yürütülecek bir kampanyayla iyiden iyiye yoğunlaşacak.

Artıp yoğunlaşacak olan, “parlamenter sistem”in ne kadar yetersiz kaldığı ve her türlü musibetin kaynağında yer aldığı, bu arada, hamaset dolu bir yüce meclis ululaması da ihmal edilmeden, bir kurum olarak parlamentonun ne kadar ömrünü doldurmuş olduğu yolundaki atıp tutmalardır. Bunlara atıp tutma demek yerinde olacak; çünkü, “saldırı”nın da bir tutarlılığı ve disiplini vardır. Bu kampanyanın ise, geçmişteki benzerlerinden biliyoruz, bu tür kaygıların çok uzağında yürütüleceği anlaşılıyor.

Oysa, parlamentonun asıl işlevini, dolayısıyla önemini yitirdiğini öne süren ciddi eleştirilerin geçmişi yüz yıl kadar eskiye uzanıyor. Burada kast ettiğimiz düzen dışı eleştiriler değil, onların geçmişi çok daha eski, düzen içi olanlardan söz ediyoruz. Bunlara göre, yasa yapma işi artık bütünüyle parlamento dışında ve belli çevrelerle bağlantılı bürolarda gerçekleştiriliyordu. Elbette, geliştirilen yasa taslakları parlamentoda oylanarak kesinleşiyor, hatta oylamadan önce çeşitli örneklerde değişen ölçüde karmaşık hazırlık prosedürlerinden geçiriliyordu; ama sonuçta gerçekleşen, özü bakımından, dışarıdaki bürolarda kotarılmış ve o sırada taslak halinde olan düzenlemelerin en sonunda yasa niteliğine ve gücüne kavuşturulmasından farklı bir süreç değildi.

Diyeceğim, parlamentoların itibarsızlaşması, saygınlığını yitirmesi, oldukça eski ve kuşkusuz ülkemize özgü olmayan bir olgudur ve şimdi bunun utangaçça, kimileyin de bir cahil cesareti ile ileri sürülmesi hiç önemli değildir. Belki, bunları az çok ciddi bir niyetle gündeme getirenler olursa, onlara “günaydın” demekle yetinilebilir.

Buna karşılık, işlevsizleşmesine bağlı olarak itibarsızlaşan parlamento kurumunun, bunun yanı sıra, seçimindeki adaletsizlikler ve önce parti başkanları ve/veya onlarla birlikte çevrelerindeki üçbeş adamlarının halkın temsilcisi adaylarını seçtiği düpedüz iki dereceli bir sistemin geçerli oluşu, parlamenterlerin çalışmalara katılımının en az düzeye inmesi, kâğıt üzerinde kendisini seçen halk ile etkileşiminin sıfır değilse eğer ihmal edilebilir düzeylere düşmesi ve eklenebilecek başka etkenlerin varlığıyla da kapitalizmin siyasal üstyapısında saygınlık ve güç yitimine uğradığı açıktır.

Bazılarını saydığımız ve başkalarının da eklenebileceğini belirttiğimiz etkenlerle etkisizleşip önemsizleşen parlamentonun demokrasideki yeri düşünüldüğünde ise bu durumun söylenip geçiliverecek kadar sıradan bir nitelik taşımadığını belirtmek gerekiyor.

Biraz irdeleyelim.

Demokrasinin sözcük anlamı düşünüldüğünde, bunun bir tür dokunulmazlık, en azından tartışılmazlık yarattığı söylenebilir. Öyle ya, halkın iktidarına, ya da yönetimine, karşı çıkılabilir mi, çıkılırsa haklılık kazanılabilir mi? Ama bu tartışılmazlık durumunu yaratan, iktidarı elinde bulundurarak yönetme işini yapanın, bunun gerektirdiği kararları alanın halk oluşudur.

Bu noktada, pek de küçük sayılamayacak bir pürüze, halkın türdeş bir bütün olduğu varsayımının yapılmakta olduğuna göz yumularak, bir adım daha ilerlenebilir: Buraya kadar iyi güzel de bu “kaynaşmış bir kitle” olduğu varsayılan halkın doğrudan doğruya yönetim işini üstlenmesi mümkün değildir, başka bir anlatımla, “doğrudan demokrasi” öteki güçlükler ya da imkânsızlıklar bir yana halk çok kalabalık olduğu için gerçekleştirilemez; böylece, onun adına, onu temsilen birilerinin bu işi yapması gerekir. Aynı anlama gelmek üzere, demokrasinin temsili olanıyla yetinmekten başka çare yoktur.

Peki, bu temsilciler o kalabalık içinden nasıl belirlenecektir? Bu soruya “kura yolu” da içinde olmak üzere birtakım yanıtlar verilmiş olmakla birlikte, en çok üzerinde birleşilen yol, seçim  olmuştur. Halk, bir biçimde, kendisi adına bu yönetme işini yapacak kimseleri seçecek ve onları şu ya da bu yetkilerle, şu ya da bu süre için görevlendirecektir. Eğer böyleyse, bu seçim işi çok önem kazanıyor demektir. Kim seçecek ve, her türlü ayrıntıyı içerecek yanıtların verilmesini gerektiren bir soru olarak, nasıl seçecektir?

Eğer halkın doğrudan doğruya kendisinin yönetimi mümkün olmuyorsa ve bunu kendi adına yapacakları belirleyerek yerine getirme zorunluluğu varsa, bu temsili demokrasiyi doğrudan demokrasiye olabildiğince yakınlaştırmak, aradaki farkları ya da benzemezlikleri en aza indirmek, birincil ölçüt olmalıdır.

Bu ölçüt açısından bakıldığında, hangi tarih ve coğrafya söz konusu olursa olsun, hiçbir söylemin ve uygulamanın sınıfı geçemediği görülür.

Örnek olsun, seçim sistemleri üzerinde konuşulurken söylenen ve “temsil ile yönetimde istikrar arasında makul bir dengeyi bulmak gerekir” biçiminde özetlenebilecek ilke, daha en baştan demokrasiden vazgeçmek anlamına gelir. Oysa, bir ilke olarak belirlenmesi ve gözetilmesi gereken, istikrar ile temsil arasında bir denge bulmaya çabalamak değil, temsili en ileri düzeye çıkarmak olmalıdır. Doğrudan demokrasi zaten imkânsız olduğuna ya da öyle kabul edildiğine göre, temsiliyet özelliği aranmayabiliyorsa, başka bazı özelliklerle bir tutulabiliyorsa,  halkın yönetimi denebilecek hangi dayanak kalır geride?

Bir örnek olarak söz ettiğimiz bu sorunu somutlaştırmak için ülkemizde çok tartışılan, tartışılan demeyelim de,  ikide bir gündeme getirilen seçim barajı konusuna değinilebilir. Yüzde 10 düzeyindeki bir seçim barajının, açık anlatımıyla, her yüz seçmenden onunun verdiği oyların çöpe atılmasının doğru olduğunu açıkça söyleyen yoktur. Buna karşılık, seçimlerde bir biçimde iktidar olanların hiçbiri bu barajı değiştirmemiştir; bu demektir ki, düzen siyasetçilerinin ve partilerinin çoğunluğu bu barajı korumakta, ama açıkça savunamamaktadır. Böyledir de, şu anda üzerinde durduğumuz bu ikiyüzlülük değil. Sözü getireceğimiz ikiyüzlülük şurada: “ Yüzde onluk bir baraj gerçekten çok yüksek, hiçbir gelişmiş demokraside böyle bir baraj yok. Bunu yüzde altıya, yediye, hatta beşe indirmek gerekir” demekle “Böylece, on olarak kalsın” demek arasında ne fark olabilir ki “sıfır” demedikten sonra…

Seçim üzerine fazlaca ağırlık veren bir yazı oldu galiba. Buradan bir yanlış anlama doğabilecekse, Herbert Marcuse’ün bir sözü hatırlanabilir: “Efendilerin serbestçe seçilmesi, ne efendileri ortadan kaldırır ne köleleri.” Üstelik, baştan beri, seçimin hiç de serbestçe yapılmadığına değindik.

Sonuç olarak, çöken bir şey varsa, bu ne parlamenter sistemdir, ne de parlamenter demokrasidir; basitçe ve kısaca, “demokrasi”dir. Bunun başına “burjuva” sözcüğünü getirmenin de anlamlı olduğu söylenemez; gereksiz ve yanıltıcı olduğu ise söylenebilir. Gereksizdir; çünkü, şu anda öyle olanı, başkası yok denecek kadar yaygın ve egemendir. Yanıltıcıdır; çünkü, ileride, insanlığın çok daha gelişkin bir döneminde gerçekleşecek olan yönetimin de aynı sözcükle, ama başına farklı bir sıfat eklenerek adlandırılacağını akla getirir ki, böylesi şart olmadığı gibi muhtemel de değildir. Büyük devrimlerin dilde de şaşırtıcı değişiklik ve ilerlemelere yol açtıklarını biliyoruz; buna dayanarak, asıl güçlü olasılığın bu her açıdan köhnemiş sözcüğün yerini yepyeni ve çok daha açıklayıcı bir sözcüğün alması olduğunu ileri sürebiliriz.