Bunlar da akla gelmez mi?

Daha geçen hafta şöyle yazmışım: “(…) o arada ortaya çıkabilecek Kürt hareketinin girişebileceği ve/veya karşı karşıya kalabileceği atılımlar türünden iç, İran ve İsrail dolayımlı ilişkiler türünden dış gelişmelerin, bu ana gündemi şu ya da bu ölçüde etkilemesi, hatta ana gündem olmaktan çıkarması mümkündür.”

“O arada” derken kast ettiğim, bütün bir yazı kaplayan ve en azından Eylül ayına kadar sürecek bir dönemdi. “Ana gündem” dediğimse, o dönemde ağır basması beklenen anayasa değişikliği ve referandum konusu.

Bu satırların okura ulaşmasının üzerinden bir iki gün geçmişken, o yazıda, bunun bırakalım ana gündem olmak, neredeyse gündem dışına itilmesine yol açacak iç ve dış gelişmelere örnek vermek üzere sözünü ettiğimiz olayların ikisi birden, aşağı yukarı eşzamanlı olarak gerçekleşti. Kürt örgütünün yeni bir “atılım”a girdiğini gösterebilecek, dolayısıyla yeni karşı ataklarla karşılaşması muhtemel bir gelişmenin başlangıcı sayılabilecek bir olayla İsrail dolayımlı bir gelişme birlikte ortaya çıktı.

Tamam işte, herkes öyle yaptığına göre, ilkini bırakıp hafta boyunca hemen hemen tümüyle gündemi kaplayan ikincisini konu etmek pek yerinde olabilir. Hafta başındaki eğilimim bu yöndeydi.

Şimdi değişti köktenci bir değişiklik olmasa da ağırlık noktası farklılaştı.
Birkaç nedenim var.

Birincisi, bu konuda soL’da yazılıp çizilenler. Bu yayını yüklenip götürenler, gemi baskınından beri yeteri kadar bilgilendirici bir yayın yaptılar. Yaklaşım ve tavır anlamında doğru olduğunu eklemek gereğini duymuyorum çünkü, o bakımdan bir sorun olmuyor da, zaman zaman, bilgilendiricilik açısından eksikler ortaya çıkabiliyordu. Bu kez, iki açıdan da yerli yerinde bir yayıncılık yapıldığını söylemek, haktanırlığın gereğidir. Sadece burayı izlemekle en gerekli ve en doğru bilgiyi edinmek mümkün olabildi. Bunlar, herhangi bir imza konmadan sunulanlara ilişkin. Onları yapanlardan ya da en küçük katkıda bulunanlardan biri olarak değil kuşkusuz, sadece burada haftada bir yazan ve yazılanları her gün izleyen bir yurttaş olarak söylüyorum bunu.

İkincisi, burada imzalı olarak yazılanlar da söylenmesi gerekenleri söylüyordu. Onlara eklenmesi mutlaka gerekli görülebilecek, o yazılarda hiç söylenmeyip büsbütün eksik bırakılmış yanlar da bulamadım doğrusu. En son örnek olarak, Cuma günü, Merdan Yanardağ bir süredir art arda yaptığı çok yerinde çözümleme ve hatırlatmalara bir yenisini eklemiş, Mustafa Kemal Erdemol da her zamanki duyarlılığıyla ve sanki onunla dirsek teması içindeymişçesine Bizim Deniz’in tarihe kazınmış Filistin savaşçısı kimliğinin bir kopyasını yazısının başına asmıştı. Bizim Deniz’i ve arkadaşlarını Filistin halkının kurtuluşu yolunda savaştıkları için dama düşürenler de, sonradan kendi memleketleri Filistin’in kaderini yaşamasın diye uğraştıkları için darağacına gönderenler de bugünkü yönetenlerin ağa babalarıdır. Tersinden söylenirse, bugünküler onların tarihsel ve sınıfsal anlamda çocuklarıdır. Bunlar biliniyordu genç kuşakların öğrenmesi için de gerekenin tümü olmasa bile bir bölümü yapılmıştır.

O halde, ille de en güncel konuyu ele almak uğruna tekrardan öteye geçmeyecek bir yazıyı zorlamanın alemi yok. Ancak, tümüyle farklı bir konu da çok yersiz kaçabilir kaygısıyla ve, bütün o bilgilendirmelerle birlikte özellikle Yanardağ’ın gündeme getirdiği “Kanlı Pazar” hatırlatmasından sonra, ben de belleğimize başvurabilirim.

Gerçekten öyledir, “İslamcıların tarihi işbirlikçiliğin tarihidir”. Bunu söyleyebilmek için tarih biliminin bulgularına şimdilik ihtiyaç yoktur canlı tanıklar hâlâ herhangi bir bilimsel müdahaleye gerek olmadan bu gerçeği ortaya koyabilecek kadar çok sayıdadırlar.

Daha önce de söz arasında değindiğim bir yaşantıdır. Sayıları herhalde iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az, hem sürekli hem dikkatli okurlarımızın hatırlayabilecekleri bir yoldaşımı bir kez daha anmak istiyorum. Yıllar önce daha yeni tanışmışken bana birinci dereceden yakınlarından söz ediyordu. Epeydir “Alamancı” bu yakınlarının oralardaki “İslamcı” hareketin önde gelenleri arasında yer aldığından söz etmiş ve, hiç unutmam, şöyle demişti: “Abi, ben daha doğmamıştım o zamanlar, o altmışlı yıllarda seni mitinglerde falan basıp taşlayanlar arasında bizimkiler de vardır mutlaka.”

Yakınlarına benzer eğilimler içinde en militanca olanına sahip bir delikanlıyken, doğru yolu bizim çocukların katkısıyla olduğunu kendi anlatımından öğrendiğim biçimde bulmuş bu genç, gerçeğe uygun bir tahminde bulunmuştu. Aslında, şaşırtıcı olmayan bir biçimde, tahminin ötesinde bir kesinlik taşıyordu konuşması. Şaşırtıcı değil çünkü, bu ülkede aşağı yukarı elli altmış yaşlarına kadar devrimci olarak yaşayıp da İslamcıların saldırısına uğramamış kimse yoktur.

Katıldığım ilk kitle gösterisi, altmış yedi yılının ilkbaharı olmalı, yaz mıydı yoksa, İstanbul’daydı ve zamanın parlamento çoğunluğu tarafından dokunulmazlığı kaldırılmak istenen Türkiye İşçi Parti’li sosyalist milletvekili Çetin Altan’la ilgiliydi. Ondan herhalde üç beş ay sonra Ankara’da benzer bir amaçla yapılan bir başka kitle gösterisi, İslamcıların saldırısıyla karşılaştığım ilk olay oldu. Ne denir, gel de kadere, haydi biraz insancıllaştırılmış anlatımıyla söyleyelim, “kaderin cilvesi”ne inanma! Dokunulmazlığını savunmak uğruna hayatının ilk Müslüman taşını yediğin zat-ı muhteremin mahdumları ile kanlı bıçaklı durumdasın Nâzım Baba’nın dediği gibi, “kanıma susamışlar, kanlarına susamışım.”
Türkiye siyasi tarihinin “Kanlı Pazar”ı da iki yıldan daha kısa bir süre sonradır. İstanbul Taksim Meydanı’nda Amerikan 6. Filosunu protesto etmek üzere toplanmakta olan devrimcilere çevredeki camilerde bir araya geldikten sonra saldıran dinci gericilerin iki göstericiyi katlettikleri olay, 1969’un Şubat ayına rastlar. Sıradan militanlarının öznel niyetleri, herhalde, bugünkülere benzer biçimde din uğruna savaşmak olan gerici kalabalığı, nesnel açıdan, Amerikan donanmasının Marmara’da demirlemiş gemilerinden karaya çıkardığı kolluk kuvvetleri işlevini görüyorlardı.

Bu olaya haftalık Komünist gazetesinde 2006 ilkbaharında yazdığım bir yazıda da değindikten sonra şöyle demişim: “(…) sosyalizmin çözülüşünden bu yana, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış saldırganlığı, bölgemizin Müslüman halklarında geçmişte görülenlerden çok daha büyük bir nefrete yol açmış durumda. Baştan beri işbirlikçi olan Suud hanedanı ve birkaç şeyhlik dışında çok geniş kitleler, doğrudan doğruya canlarına kasteden emperyalist saldırganlığa karşı direniyorlar.”

Aynı yazıyı, o tarihten yaklaşık iki yıl sonra, “güncelliğe yakışır” gerekçesiyle ve bu kez soL’da tekrarlarken eklemek gereğini duyduğum satırlardan bazılarını da buraya alalım: “(…) gerici kuşatma ağırlaştığında, onunla bir derdi olmayan, genellikle de onu yönlendiren ve/veya kışkırtan emperyalizm ile işbirlikçilerinden medet ummak, bizim topraklarımızda eski bir alışkanlıktır. Bu alışkanlık, iki koldan ilerler. Biri, emperyalizm ile işbirlikçilerine öbürü, gericilerin kendilerine yanaşır. Ama bunun sadece söylemde ikiye ayrılmak olduğu hemen ortaya çıkar çünkü, işbirlikçi ile gerici üst üste çakışma ya da özdeşleşme eğilimindedir.”

Son birkaç gündeki gelişmeler, iki yıl önce değindiğim, o dinci gericiliğe karşı emperyalizm ve işbirlikçilerinden medet umma eğilimini yahut alışkanlığını kışkırtıcı bir etkiye yol açacak mı, açacak olursa o iki kol nasıl somutlaşacak, kimlerden oluşacak, göreceğiz.
Bu noktada, henüz pek küçük sayılarla saflarımıza katabilmenin ötesine geçemediğimiz İslamcı militan ya da sempatizan konumundaki emekçilere dönelim.

Yukarıda genç dediğim, gerçekten bana göre çok genç, ama o hepimizi ayakta tutan kaynaktan gürül gürül beslenen devrimci hareketimizin şu andaki ortalamasına göre basbayağı yaşını başını almış sayabileceğimiz yoldaşımın geldiği kökenden yok yoksul emekçi çocuklarının ne kadarı, alın yazısıyla, kaderle, bedeni bozmayan bir “güzel ölüm” sonunda öte dünyaya göçüp oradaki sonsuz hayatı o güzel bedenle yaşamak avuntusuyla daha ne kadar koyunluğa razı edilebilirler?

Bu önemli bir sorudur. Üstelik, her türlü hurafenin insanlıktan çıkardığı yığınlarla emekçiye hoşgörüyle, sevecenlikle, iyimserlikle yaklaşmanın dayanağını sağlayan, yanıtı belli birkaç sorudan biridir.

Ayrıca, yanıtı pek de belli olmayan şöyle bir soru ile de uğraşmaya değer kuşkusuz: Bizim ülkemizdeki devrime giden yolda, sözgelimi, Latin Amerika’daki devrimci papazlara ve onların harekete geçirdiği yığınlara benzer güçler olacak mıdır, yoksa o tür insanları, şimdiye kadar olduğu gibi, sadece tekil örnekler olarak mı aramızda görebileceğiz?

Ama, yanlış anlaşılmasın, bu soruyla hemen şimdi, bu yazıda uğraşacak değiliz. Akıllarda kalsın diye yazdık.