‘Boşuna seçim’e iki gün kala

İki ay kadar önce, 17 Nisan günü burada kullanmışım bu yakıştırmayı. Şimdi, o iki ay boyunca düşleri ve korkuları süsleyen bir dönüm noktasına dönüştürülmeye çabalanan gün bu kadar yaklaşmışken, birkaç değinmeye daha yer verilebilir, adettendir. Ölüm dirim sorunu olarak görenler için de, boşuna olduğunu ileri sürenler için de…

*     *     * 

Aradan bir hafta geçti, ama yazılmadan kalmış olmasın. Üstelik, her ne kadar yakınlığımız merhabalardan ve ayak üstü hatır sormalardan öteye geçmese de,  benim sınıf arkadaşım sayılır üniversiteden; en azından bir ortak ders almışızdır. Dolayısıyla, televizyondaki sözleri biraz eskimiş ve gündemden düşmüş de olsa, bu kadarcık iltimas geçerek ondan söz edebilirim.

Çok zamandır profesör kendisi, milletvekilliğine soyunurken emekliye ayrılmış olmalı. Cumhuriyet’in kurucusu olmakla hâlâ övünebilen partinin Ankara milletvekili ve, bildiğim kadarıyla, önemli merkez yöneticilerinden biri. Ömrünün çoğunun tam bir ilim-bilim ortamında geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Şu kadar ki, kendisinin yanı sıra, eşi ile kayınbiraderi de profesör; ayrıca, kayınpederi olan “Kıbrıs fatihlerimiz”den müteveffa dışişleri bakanımız da öyleydi. Bunlar benim bildiklerim; bilmediklerim de vardır belki.

Ama bütün bir ömrün böyle bir profesör kalabalığı içinde geçmiş olması, cehaletin önünü kesemiyor demek ki…

Adı geçen profesör, Sencer Ayata, 28 Mayıs günü Ayşenur Aslan’ın “Medya Mahallesi” programına konuk olmuştu. Programın ikinci bölümünü izleyebildim. Ayşenur’un sorusu ya da konuyu açışı aşağı yukarı şöyleydi: Demokrasi, şeffaflık, hukuk denilen şeyler yoksa, ekonomik gelişme olabilir mi? Sorunun barındırdığı yanılgıyı konu dışı sayıp bir kenara bırakırsak, cehaletin böylesi ancak bu kadar profesör bolluğu içinden çıkabilir dediğim de bundan sonra dile getirildi işte.

Bu CHP yöneticisi profesör şu tür sözler söyledi, unutmamak için bir kenara not etmiştim, onlara bakarak buraya yazıyorum, sözcüğü sözcüğüne değil ama, esas olarak doğrudur:

Nasıl piyasada var olan çeşit çeşit deterjanla ilgili, reklamlarla falan, gerekli bilgileri edinip, özelliklerini, fiyatını şusunu busunu öğrendikten sonra birini almaya karar veriyorsak, çok sayıda parti hakkında da doğru bilgileri edinip ona göre karar vermemiz gerekir.

Bu sözler, ancak bir profesörle, onlar arasında da şu anda CHP yöneticisi olan ve sosyal demokrat olduğunu sanan biriyle yan yana getirildiğinde şaşırtıcı olmaz. Neresinden tutup irdelemeye başlasak acaba? Birincisi, herhalde, bu halkımızın umudu olma iddiasındaki partinin üst yöneticisi, yaptığı benzetmenin bugünkü halk düşmanı siyasal rejimin halkın bilgi edinme ve ona göre karar verme imkânını, buna bağlı olarak da özgürlüğünü sağladığını ileri sürüyor olamaz. Bu kadar da düzen savunuculuğu yapamaz, demek istiyorum. İkincisi, sadece  deterjan denilen ürünün değil başka malların da üretiminin çok büyük bölümünün az sayıdaki firma tarafından yapıldığını, bu ürünler arasında hiçbir önemli fark bulunmadığını, ama büyük farklar olduğunu ileri sürüp propaganda etmenin çok önem taşıdığını hiç bilmiyor ya da hiç kimseden duymamış olamaz. Okumadı, kimseden duymadı diyelim, yaşı uygundur, şu unutulmaz banka reklamından mutlaka haberi olmuştur: “Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz bilmemne bankasıyız!” Bu, şimdi ne zamandan kalma olduğunu hatırlayamadığım, olağanüstü bir banka reklamıydı. O zaman da ya basbayağı solcu ya da iktisat teorisinden az buçuk nasibini almış birileri tarafından hazırlandığını düşünmüşümdür; izleyen yıllarda, üniversitelerde öğrencilerle, sendikalarda işçilerle bir araya geldiğim derslerde oligopol piyasası konusunu anlatırken hep verdiğim bir örnekti ve öğrenciler uzun lafa gerek kalmadan işin özünü kavrarlardı. Benim sınıf arkadaşım, buna benzer derslerde bulunmamış anlaşılan. Bulunmuş olsaydı bile, bugünkü konumundan farklı bir yerde olamayabilirdi; çünkü, hem profesör hem soysal hem  demokrat. Her okuyuşumda içimi çocuk sevinçleriyle dolduran bir şair olan Ülkü Tamer’in kulaklarını çınlatalım, o çok sevdiğim dizelerinde söylediği gibi:

Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?

Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

*     *     *

Halkımızdan ve solcularımızdan oy isteyen, bir de, şu bizim Kürt kardeşlerimiz var. Kardeşlerimiz diyorum; çünkü, ne kadar bizim yolumuzdan ve amacımızdan uzağa düşmüş de olsalar, önemli bir çoğunluğu, Türkiye’nin sosyalist devriminin asli öğelerinden biri olan emekçi Kürt halkının çocuklarıdır; bugünkünün konjonktürel bir durum olduğunu varsayıyorum, bilinçli ve ısrarlı uğraşlarımızla değiştirilebileceğini umuyorum.

Bununla birlikte, halklarımızın tarihsel ve güncel çıkarlarına aykırılığı herhalde tartışma dışı olması gereken uzun sürmüş bir koalisyonla ve onun büyük ortağıyla, kâh sarmaş dolaş kâh itiş kakış içinde yürütülen bir süreçten sonra milletvekili adayı değiş tokuşlarıyla ve hem patronlu hem dinli imanlı içeriklerle devam eden bir seçim çalışmasının sonunda gelinen ya da açıklık kazanan noktanın, burjuva anlamında bir kitle partisi görünümü olduğunu söylemekte herhangi bir haksızlık yoktur.

Bu noktada, bir ayraç açarak, aklıma takılıp duran bir soruyu dile getirmek yerinde olabilir. Bunun için de Müjde Tozbey Erden’in geçen haftaki yazısının son satırlarından yardım almak istiyorum. Müjde, yaşantıları gereği uzun süredir çok yakın olduğu Van dolayındaki Kürt kardeşlerimizle temaslarından edindiği izlenimi şöyle aktarıyordu: “Kısacası ‘Kürdün barajla imtihanı’ şeklinde seyreden seçim tartışmasında 7 Haziran’ın sonrasına dair bir beklenti yok gibi. Barajın geçilememesi durumunun ortaya çıkardığı savaş ihtimali o kadar ürkütücü ki, baraj geçilsin de nasıl geçilirse geçilsin düşüncesi belirgin. Kürt siyasetine yön verenlerin neden 40-50 bağımsız milletvekili ile yetinmeyip bu riski göze aldıkları ise akla gelip de konuşulmayan sorulardan…”

Altını çizme gereğini duyduğum son cümlede anlatılmak istenenin önemli olduğu kanısındayım. Gerçek gerekçesi üzerinde spekülasyon yapmayı anlamlı bulmadığım bu açmaz yüzünden legal Kürt siyasetçilerinin ek güçlüklerle karşılaştıklarını sanıyorum.

Yine de şurası kesindir ve Kürt siyasetçilerinin hiçbir ivedi reel politik hesabıyla arka plana itilmesine göz yumulamaz: Bizim ülkemizdeki sosyalist iktidar yürüyüşünün, Kürt emekçilerinin önemli bir bölümünün katılımı sağlanmadan hedefine ulaşması, imkânsız değilse, çok güçtür. Bu olguyu, böyle demek güncel gerçekliğe çok aykırı görünüyorsa, bu umudu diyelim, belirsizleştirmek, önümüzdeki güçlüklere hatırı sayılır büyüklükte bir ek yapmak anlamına gelir. Oysa, işimiz, güçlüklerimizi çoğaltmak değil aşmaktır. 

 *    *     *

Ara sıra yazmadan edemediğim cumhuriyetçi bir lise öğretmenim vardı. Onu bir kez daha anmanın yeridir: “Olmaz demeyin, çocuklar; olmaz, olmaz.” Böyle derdi sık sık. Dediği, özellikle bazı konularda çok geçerli ve uyarıcıdır. “Seçim hileleri” genel başlığı altında toplananlar bunlar arasındadır.

Örnek olsun, insanların ya rastlantıyla ya da merakın kediyi öldürse bile insanı ondurduğunu düşünüp işin peşine düşmekle ortaya çıkarılan durumlar: İki kişinin yaşadığı konutta yaşar gösterilen üç, dört, beş başka kişi; beş katlı apartmanın yedinci ve sekizinci katlarında yahut sokağın en son apartmanından sonraki bir, iki, üç apartmanda  ikamet eder gösterilip seçmen yazılmış vatandaşlar… Oyların sayımında ve daha sonra kayıtlara geçirilip merkeze ulaştırılmasında yaşanmakta olan, halkımızın pek yerinde bir tersine çevirmeyle dalgasını geçtiği “açık oy, gizli sayım” kuralına uygun durumlar… Hepsi bir yana ve hepsiyle birlikte, bütün seçim hilelerinin en yasal olanı: seçim barajı…

Yasalarda yazılı olan devlet bütçesinden yardımlar, seçim çalışmalarına ilişkin yasaklar ve yasalara uydurulmuş ve bu zahmete bile gerek duyulmamış kolaylıklar da açık ve gizli yanları ile ortadadır.

Bilinenler ve henüz bilinmeyenler, hepsi hepsi, son derece yapılabilirdir, geçerlidir, inandırıcıdır, nihai sonucu şu ya da bu biçim ve ölçüde değiştirebilecek kadar etkileyicidir.

Bırakalım yasaları, anayasayı bile açık açık ve Turgut Özal’ın artık pek masum görünen “bir defacık” çiğnemesi gibi değil her gün ve defalarca çiğnemeyi göze alanların, üstelik sona doğru yaklaştıklarından dehşete kapıldıkları bir zamanda, makul ve ölçülü davranacaklarını beklemenin adı ne olabilir?   

*     *     *

O meş’um günden sonra, alaya alarak da olsa niye böyle diyelim, neden kötü ya da uğursuz olsun, altı üstü pek çok benzerini yaşadığımız bir gün işte, öyleyse düzelterek devam edelim, 7 Hazirandaki seçimin ardından bizi neler bekliyor olabilir?

Önce, biz kimiz? Biz derken anlatmak istediğimiz, bu ülkenin emekçi insanlarıdır. Tahmin ya da öngörülerimiz, belli ölçülerde, bizim dışımızda olup bu ülkede yaşayanlar için de geçerli olabilir yahut onları da farklı yönlerde ve biçimlerde etkileyebilir. Ama bu olasılıkları yazmaya çalışırken muradımız, onlar değildir; onlar için tasalanmıyoruz. “Hepimiz aynı gemide” değiliz; bu bir palavradır, en kuyruklu yalanlardan biridir.

1. Nasıl bir hükümet kurulursa kurulsun, yoksulluğumuz ve yoksunluğumuz artacaktır. Git gide daha zor, daha kıt kanaat, kıt kanaatin daha fazlası nasıl olursa işte öyle, daha sürünerek yaşıyor olacağımız kesindir. Bunu bir kaba propaganda cümlesi olarak yazmıyorum; bütün göstergeler bu yöndedir.

2. Can güvenliğimiz git gide daha büyük, daha yakın, daha güncel tehditler altında olacaktır. Güneyimizden gelecek saldırılar ve bizim yönetenlerimizin oralara saldırıları kadar, içerideki, sokakta, meydanda, salonda, otobüste, metroda uğrayabileceklerimiz, uzaktan yakından tanıklık edebileceklerimiz de bu tehditleri çoğaltacak ve elle tutulur, gözle görülür biçimde, ürkütücü bir sıklıkla da eylemli olarak yaşanır duruma getirecektir.

3. Asıl dünyadaki cennetimize gitmeden önce şu yalan dünyadaki cennetimiz olan demokrasinin bize yaşatacağı güzelliklerin de artacağı ve yeni bir çeşitlilik kazanacağı, yine, kesine yakın bir olasılıktır. Seçim sonrasının ortaya çıkarabileceği hükümet seçenekleri ise, olsa olsa, ruh ve beden sağlığımızı bozma dereceleri ile o arada gülmece duyumuza ve yeteneğimize sunulabilecek imkânlar bakımından farklılık gösterebilecektir.

4. Bunları uzatmanın alemi yok. Bizi kapkara günlerin beklediğini anlatmak, böylece büsbütün içimizi karartmak için değil elbette, sadece şunun için yazıyoruz: Çürüdüğünü, unufak olup dağılmaya yüz tuttuğunu sahiplerinin ve savunucularının da az çok görebildikleri bir toplumsal düzenin, onun içinde yaşamakta olan çok büyük emekçi insanlar kitlesine verebileceklerinin sonuna gelinmiştir, hatta kötülüklerin bile. Yukarıda saydıklarımız da bu ek kötülüklerden ibarettir zaten; yapabilecekleri kötülüklerin bile çeşit olarak sonuna gelmişlerdir, şiddetini artırabilirler ancak. Buna karşılık, bizim yapmamız gerekenlerin sayısı iki ile sınırlıdır; sınırlılık aynı zamanda sadelik anlamına gelir ve bu yanıyla kötü sayılmaz, kalabalıklarca anlaşılmayı kolaylaştırır: Birincisi, sahte  umutlara kapılmamak; ikincisi, tek ve gerçek silahımız olan örgütlenmeyi, örgütlerimizi ikide bir yeniden toparlayıp pekiştirme ihtiyacına yol açmadan kalıcılaştırmayı ve hızla güçlendirmeyi başarmak.