Boş Zaman

Aslında Marx, boş ya da aylak zaman ile daha yüksek nitelikli etkinlikler için kullanılabilecek zamanı kapsayan bir “serbest zaman”dan söz ediyor ama, şimdilik boş zaman demeye devam edebiliriz. Bu ayrıntıyı, inceliği, nüansı, her neyse, akılda bulundurmak, gerektikçe de hatırlatmak koşuluyla, önemi yok, alışılmış deyişten vazgeçmeyebiliriz.

Bununla birlikte, boş ya da serbest zaman derken, çalışma zamanından, çalışmak için kullanma zorunluluğu bulunan süreden, biraz daha gösterişli ve açıklayıcı anlatımla, toplumsal üretime katkıda bulunmak için ayrılması gereken zamandan arta kalan zaman dilimini anlatmak istediğimiz bellidir. Ayrıca, bir dilimden söz edildiğine göre, onun sadece bir kesimini oluşturduğu bütün zaman parçasını, konuşmanın, yazının, incelemenin amacı hangisini gerektiriyorsa, bir gün, bir hafta, bir yıl diye sınırlayarak meramımızı daha kesin biçimde ortaya koymamız da mümkündür. Örneğin, bir günlük sürenin şu kadarı çalışmaya, şu kadarı aylaklığa, şu kadarı da zihinsel yeteneklerin geliştirilmesiyle ilgili etkinliklere ayrılıyor, denilebilir.

Tamam, ama, milyonlarca emekçinin işsiz olduğu, sözün gelişi, aşağı yukarı her dört genç insandan birinin işsiz güçsüz ortalıkta dolaştığı bir ülkede “boş zaman”dan söz açmak biraz fazla fantezi peşinde koşmak anlamına gelmiyor mu? Bu itirazın kendisini kabullenmem mümkün olmamakla birlikte, dayandığı saptamanın gerçekliğine kimse itiraz edemez. Öyle ya, kapitalizm, o insanlara sınırsız, zorunlu sınır hesaba katılarak söylenirse, gün ya da günler boyunca sınırsız boş zaman sunmuş oluyor kullansınlar kullanabildikleri kadar!

Hatta, kapitalizmin bu insanlara boş zaman sunma cömertliği, ne gençlerle ne de Türkiye ile ilgilidir sadece bu sunum, her coğrafyadaki her yaştan insan için geçerlidir. İşgücünün üretkenliği sürekli olarak artar, artma eğilimindedir ve bunun sonucu olarak, boş zamanın da artması gerekir. Şu basit nedenle ki, insanlar aynı ürünü gitgide daha az çalışarak, daha kısa emek süresi harcayarak üretebiliyorlarsa, üretmek için kullandıkları zamanın da azalması ve ondan arta kalan serbest zamanın artması doğaldır.

Oysa, gerçek durum, burada kâğıt üzerinde dile getirilen doğallığa hiç de uygun değildir. Niye öyle olmadığına geçmeden önce, bu aylaklık ve sağladığı yararlar konusunda bir iki söz etmek doğru olur.

Bu kez, bizim üstatların değil, kendimize pek yakın sayamayacağımız başka üstatların yardımını alabiliriz.

Biri, bir şair, oyun yazarı ve eleştirmen: T.S. Eliot. Amerikan asıllı, sonradan olma Britanya yurttaşı Eliot, boş zamanın kültürün temeli olduğunu söylüyor.

Daha çok yer ayıracağımız öbürü ise bir İngiliz Lordu, geçen yüzyılın tanınmış düşünürlerinden Bertrand Russell. Lord Russell, 1932 tarihli tanınmış denemesi “Aylaklığa Övgü”de şöyle diyor: “Geçmişte ufak bir aylak sınıf, büyük bir çalışan sınıf vardı. Aylak sınıf, toplumsal adalet açısından hiç de hak etmediği ayrıcalıklardan yararlanıyordu dolayısıyla, bu sınıf ister istemez baskıya yöneliyor, nefret uyandırıyor ve ayrıcalıklarını haklı gösterecek kuramlar icat etmek zorunda kalıyordu. Bu olgular aylak sınıfın mükemmelliğini büyük çapta azaltmış, ama bu gerilemeye rağmen, bizim uygarlık dediğimizin hemen hemen tümünü bu sınıf yaratmıştır. Sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır bu sınıf kitaplar yazmış, felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. Hatta, baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. Aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.”

Lordumuz biraz fazla burnu büyükçe konuşuyor ve farklı bir açıdan bakıyor olsa da anlattığının özü şudur: Büyük emekçi insanlık durmadan çalışmış ve git gide yarattığı artı ürünü çoğaltmanın yollarını bulmuş, böylece küçük bir azınlık için boş zamanın artmasını ve o zamanda uygarlığı, kültürü, sanatı, bilimi geliştirme uğraşlarının yoğunlaştırılmasının maddi temellerini sağlamıştır.

Şimdi, dönelim, işgücü üretkenliğinin artışının niye doğal görünen serbest zaman artışı sonucuna o kadar da doğal olarak, çoğu kez de hiç yol açmadığı konusuna…

Birincisi, kapitalizm açısından yaşamsal olan, artı değer sömürüsüdür bunun işgününün uzatılması yoluyla sağlanması çoğu kez mümkün olmadığına göre, yapılması gereken, bir işgünü içindeki zorunlu emek süresinin azaltılması, dolayısıyla artı emek süresinin artırılmasıdır. Böylece, sonuç olarak, boş yahut serbest zaman diye adlandırdığımız süre ya aynı kalır ya da azalır. Marx, kendisi hayattayken yayımlanmamış eseri Grundrisse’de, bunu daha farklı biçimde anlatır: “ Sermayenin eğilimi, hep, bir yandan kullanılabilir zaman yaratmak, öte yandan bu zamanı artı emeğe dönüştürmektir.” Russell’ın aynı denemesinde yazdığı şu satırlar, bunun kendine göre anlatımı sayılabilir çok uzun yaşamış filozofun ömrünün dörtte birinden fazlasının 19. yüzyılda geçtiği hatırlanarak okunmalı: “Yoksul insanların boş vakitleri olması fikrini zenginler öteden beri nefretle karşılamışlardır. On dokuzuncu yüzyılda İngiltere’de erkekler için günlük çalışma süresi on beş saatti çocuklar genellikle on iki saat, ama çoğu kez de yetişkin erkekler kadar çalışırlardı. Çokbilmiş işgüzarlar bu çalışma sürelerinin çok fazla olduğu fikrini ileri sürdükleri zaman onlara, çalışmanın yetişkin erkekleri içkiden, çocukları da yaramazlıktan alıkoyduğu söyleniyordu. Benim çocukluğumda, kentli erkek işçilerin oy hakkını kazanmasından az sonra, resmi tatil günleri yasalaşınca, üst sınıflar çok kızdılar. Yaşlı bir Düşesin şöyle dediğini hatırlıyorum: ‘Tatil yoksulların nesine gerek? Onlar çalışmak zorundadırlar.’ Gerçi zamanımızın insanları bu Düşes kadar açık sözlü değiller, ama aynı duygu onlarda da güçlüdür.”

İkincisi, emekçiler kendilerinin de bunu isteyip istemedikleri çok açık değildir daha doğrusu, boş zamanlarının artırılması yönünde bir seçenek onlara sunulmadığı gibi kendileri de bu tür talepleri pek ileri sürmemişlerdir. Russell, aynı denemesinin bir başka yerinde şöyle yazıyor: “Zorunlu ihtiyaç maddeleri ve temel rahatlıklar herkese sağlanır sağlanmaz (…) başvurulacak en akıllıca yol, daha fazla boş vaktin mi, yoksa daha fazla mal üretimin mi tercih edileceği konusunda her aşamada halk oyuna danışılarak, çalışma saatlerini derece derece azaltmak olurdu.” Bunu kapitalizm elbette hiçbir zaman sormamıştır. Ama, kimileyin, değişik amaçlar taşıyan araştırmacıların sordukları oluyor. Örneğin, Juliet Schor adındaki Harvardlı bir iktisatçı “Aşırı Çalışan Amerikalı” başlığını taşıyan incelemesinde buna benzer konuları sorguladıktan sonra şöyle yazıyor: “1948’den sonra geçen 40 yılın sonunda, Amerikalı işçinin üretkenliği iki katından fazlasına yükseldi. Başka bir deyişle, artık aynı yaşam standardımızı 40 yıl öncekinin yarısından daha az zamanda üretebiliyoruz. Üretkenliğin her artışında ya daha fazla boş zaman ya da daha fazla para imkânı bize sunulmuş oluyor. Biz dört saatlik iş gününü ya da altı aylık bir çalışma yılını seçebilirdik. Hatta Amerikalı her işçi, 40 yıl sonra, bugün bir yıl çalışıp bir yıl ücretli izin alabilirdi.” Bundan otuz yıl önce Harvard Üniversitesinde olduğunu bildiğimiz bu iktisatçı, söylediğinin olsa olsa gerçekleştirilmesi mümkün bir varsayım olarak geçerli sayılabileceğini bilir herhalde, yoksa herhangi bir kapitalistin ya da kamu yetkilisinin işçilere bu tür seçenekler sunması söz konusu değildir. Ancak, kendisi buna benzer soruların peşine düşmeden edememiş. Kamuoyu araştırmalarını ve toplu pazarlık görüşmelerinde takınılan tutumları irdeleyerek, Amerikalı emekçilerin bu tür taleplerde bulunmayışlarının kendi seçimleri olup olmadığını sorgulamış. Vardığı sonuç şu: Çalışanlar, daha fazla boş zamana duydukları güçlü isteği ve buna karşılık ücret artışlarının bir bölümünden vazgeçmeye gönüllü olduklarını dile getirmişler. Ama, hemen ardından, gerçekte böyle bir seçeneklerinin hiç olmadığını belirtmişler.

Üçüncüsü, kapitalist düzen, emekçilerin boş zamanlarını onlara bırakmama, o sürelere ve o süreler boyunca emekçilerin aklına tasallut etme, saldırma, bozma eğilimini hiç eksik etmez. Bunun kırk türlü yolunu yöntemini bulma konusunda çok yaratıcı, onları uygulama konusunda çok titiz ve çalışkandır.

Dördüncüsü, boş zamanları şu ya da bu ölçüde artan insanların çoğalması, bunların geniş kitleler oluşturması, kapitalistler açısından göz kamaştırıcı, iştah kabartıcı pazarların açılması anlamını taşır. Onlar da bu pazarların hakkını vermek için pek çok sahte “ihtiyaç” yaratmayı, bunları insanların kafalarına kakmayı ve bu ihtiyaçları karşılamak için gerekli mal ve hizmetleri üreterek zavallı ihtiyaç sahiplerine satmayı hiç ihmal etmezler.

Sonuç olarak ve kısacası, kapitalist düzen, emekçi insanların boş zamanlarının nicel olarak olabildiğince azaltılması, nitelik açısından mümkün olduğunca koflaştırılması üzerine kuruludur.

Peki, boş zamanı, sosyalizmin nasıl değerlendirmesi, planlaması, düzenlemesi, örgütlendirmesi öngörülmüştür yahut düşünülmüştür bizim nasıl ele almamız, tasarlamamız, hayal etmemiz gerekir? Sosyalizm açısından, işgününün kısaltılması, böylece serbest zamanın ve onun içindeki daha yüksek nitelikli etkinliklere ayrılacak sürenin uzatılması, yeni insanın yaratılmasının maddi önkoşulunu oluşturur.

Fırsat bulabilir, her günkü tantananın, genellikle akıl bozucu kuru gürültünün etkisinden sıyrılmayı becerebilirsek, önümüzdeki haftalarda onlara ilişkin olarak da giriş notları yazabiliriz belki.