Birkaç insan manzarası

Bir adam.

Bu sözcüğün ikincil ve yüceltici anlamı ile değil, ilk anlamıyla bir adam. Başka bir anlatımla, cinsiyeti erkek olan bir yaratık.

Habire yazıyor. Kendisinden çok daha fazla, çok daha sık yazanlar var, ama onun yazma eylemi için de “habire” denebilir. Herhalde iki üç onyıldan fazla olmuştur gazeteciliğe başlayalı. Pek çok konuda kalem oynatır. Gazetesindeki “hem nalına, hem mıhına” yazan tayfadan değildir. Bu deyimi zenginleştirerek çoğaltırsak, “hep nalına, hep nalına” tayfasındandır ve dövdüğü değil övdüğü nal hep iktidardır. Ancak, çook eskiden biraz sola bulaşmış olduğu da eklenmelidir.

İşte bu mümtaz muharrir, böyle demeyelim, yaşı o kadar ileri değil, bu seçkin yazar, geçenlerde, demokrasimize köstek olan seçim sisteminden dert yanmış. Yerinde bulmamak mümkün değil: Bu zavallı, bu mağdurların mağduru, kadersizlerin kadersizi demokrasimizin önünde, ardında, her bir yanında o kadar çok engel var ki, ne kadar üstünde durulsa yeridir.

Seçim sistemi öyleymiş ki, insancıklar, sadece üç yere seçim yaparken bilerek tanıyarak seçim yapabiliyorlarmış: muhtarlar bir, belediye başkanları iki, cumhurbaşkanı üç. Bu sonuncusunu çoğul yazıp bir genelleme yapmak için vakit erken, çünkü, hemen anlaşılabileceği gibi, o tür seçim henüz sadece bir kez yapılmış bulunuyor.

Oysa, diyerek eklemeye gerek var mı, hemen herkes farkındadır, ama küçük hatırlatmalarla devam etmekte yarar olabilir:

Uzunca bir süredir ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan kentsel yörelerde, özellikle de büyük kentlerde, seçmenler, adlarını bile bilmedikleri muhtar adaylarından rastgele birinin ya da orada rastladıkları bir komşu olursa ona sorarak karar verdikleri bir adayın pusulasını ya da boş zarfı sandığa atıyorlar. Seçmenin bilip tanıdığı muhtar adayını seçmesi, olsa olsa, küçük köylerde karşılaşılabilecek bir durum olarak kalmıştır. O da kaldıysa…

Belediye başkanları için de, yazarın yakındığı, bu kadar açık açık yazmamış olsa da, parti başkanının iki dudağının arasından çıkacak adayların seçmene dayatılmasından farklı bir durum mu var acaba? Parti başkanının ve çok yakın çevresinin hayır dediği birinin belediye başkan adayı olarak seçmenin karşısına çıkabildiği görülmüş mü?

Cumhurbaşkanını halkın iyice tanıyıp bildiği kimseler arasından seçebilme imkânının var olduğu ise artık okuyanları güldürmeyip ileri sürenleri ne yapmak gerektiği üzerinde kara kara düşündüren bir iddia durumundadır. Ne tanıyıp bilmesi? Seçmen adı verilen insanlar, bırakalım çok iyi bilmeyi, sağlık durumundan anayasada belirlenmiş eğitim koşullarını taşıyıp taşımadıklarına kadar birçok nitelikleri açık seçik belgelerle ortaya konmamış adaylar arasından seçim yapmaktadırlar. Üstelik, bu seçim de basbayağı iki dereceli bir seçimdir; cumhurbaşkanı doğrudan doğruya halk tarafından seçilmemektedir. Önce, parlamentoda belli sayıda imza ile önerilen birkaç aday belirlenmekte, sonra seçmenler kendi önlerine konulan bu birkaç adaydan birine mührü basmaktadırlar. Parti başkanlarınca belirlenip sandıktan çıkarılan vekillerden oluşan parlamentodan bağımsız olarak cumhurbaşkanı adayı  göstermekse deveye hendek atlatmaktan zordur.  

Peki, bu yazıyı yazan gazeteci bu tür basit gerçeklerden habersiz olabilir mi?

Elbette olamaz ve neden ya da nasıl bunları yazabildiği bellidir de, böylelerinin yazarlığa, gazeteciliğe heves etmelerinde bizim de şu kadarcık katkımız olmuşsa, işlediğimiz suçtan dolayı vicdan azabı çekmemek ne mümkün? Burada biz derken, zaman zaman, eski alışkanlıkla ben demenin ayıp sayılacağı saplantısıyla biz demediğimi, cümlenin öznesinin gerçekten birinci çoğul kişi olduğunu belirtmek durumundayım.

* * *

Bir kadın.

Hayatını oyunculuk yaparak kazanıyor. Ama kendisiyle yapılmış röportajdan anlaşıldığına göre şarkıcılık falan da yapıyormuş. Eh, fena sayılmaz, on parmağında on olmasa bile, en azından iki marifet. Başka marifetleri de olabilir; hepsini dillendirmeyecek kadar yüce gönüllüdür belki, neden olmasın!

Kocasını ve oğlunu çok sevdiğini anlatırken bir de yakınmasını dile getiriyor. Küçük oğlunun başına neler gelebileceğinden korktuğunu belirtirken, sık sık, korkma yavrum kimse sana isteğinin dışında dokunamaz, dediğini anlatıyor. Sonra da bazı şeyler üstünde düşündüğü izlenimi veren şu sözleri ekliyor: “Ne ara bu kadar kötüleşti dünya? Yoksa, hep böyleydi de biz şimdi mi haberdarız?”

Tam, bir şeylerin farkında anlaşılan, diye düşünmeye başlayacakken, röportajı yapanın, buralardan çekip gitmeyi düşünüyor musunuz sorusuna olumsuz yanıt verdikten sonra devam ediyor: “Tek korkum çocuğumu böyle kötülüklerden nasıl koruyacağım.”  

İyi, bir anne için son derece anlaşılabilir kaygılar, ama röportajcının çözümü sorması üzerine söylediklerine bakın bir de: Caydırıcı cezalar gerekir. Ben yaparım, yatarım, aftan çıkarım, diye düşünüyor. Caydıran bir şey yok. İdam cezası geri getirilmeli.

Bu son cümleyi söylememiş. Ama okuyanların çoğu o cümlenin gelmesini beklemiştir herhalde.

Belleğim beni yanıltmıyorsa, bu genç kadın, Haziran 2013’ün destekçileri arasındaydı galiba; en azından, dostça bir yaklaşımı vardı.

* * *

Yine bir erkek.

Bu kez, bir profesör. Hem de üniversitenin birinde rektör yardımcısı. Biraz daha yazınca okurların çoğu hemen hatırlayacak, hatta adını bile söyleyiverecekler; ama ben hâlâ adını hatırlayabilmiş değilim.

Şu cahil sevdalısı, cehalet övgücüsü profesörden söz ediyorum. Kırdığı pottan mı demeli, devirdiği çamdan mı, hemen sonra o yöneticilik görevinden istifa etmişti hani. Elbette profesörlüğü devam ediyor. Zaten yöneticiliği de, bu kez yardımcı mardımcı değil rektör olarak, hatta yök başkanı olarak, tez zamanda yeniden gündeme gelebilir. Yaşanmakta olan cahiliye devrine yakışan bunlardır; bu cahilseverlerdir.

Bundan aşağı yukarı yirmi beş yıl kadar önce, yök üniversitelerimizdeki olduğu kadar ilim irfanı da yok edebilecek uzunlukta bir zaman bulduktan sonra demek istiyorum, işim gereği fazlaca birlikte çalışma yahut bir arada bulunma zorunluluğum olan profesörler çoğaldıkça, ilk kez karşılaştığım ve haklarında hiçbir şey bilmediğim insanlarla tanıştırıldığımda işe yarayan bir tür ölçüt bulmuştum kendime. İlk kez karşılaşıyorsunuz, daha önce hiç iş yapmamış, hatta adını bile duymamışsınız ve oturup görece kısa bir sürede somut bir ürün çıkarmak durumundasınız. Bulduğum ve hemen hiç yanıltıcı olmayan ölçüt şuydu: Tanıştırıldığım kişinin adının önünde profesör unvanı söyleniyorsa, “aman” diyordum kendi kendime, “aman dikkat, önce bir anlamaya çalış bakalım, yök profesörü mü, yoksa birikimli, birlikte iş yapılabilir biri mi?”  

Deyiş uygunsa, bir tersinden işaretti bulmaya çalıştığım: Varlığı değil yokluğu aranan bir gösterge. Varsa, yandık, doğru dürüst bir iş çıkmayacak, kafa yorup zaman harcamaya değmez! Yoksa, aman iyi, oturup uğraşalım bakalım!

* * *

Bunlar sadece iki günde, gazete karıştırırken, hatta tek bir gazetenin sayfalarına bakınırken  karşılaştığım örnekler. Benzerlerine ve bunlara hiç benzemeyen daha da çarpıcı, nasıl demeli, büsbütün akıl durdurucu örneklere her yerde rastlamak mümkün. Orada burada bir şeyler dinleyip izlerken, sokakta yürürken, dolmuşta otobüste bir yerlere giderken, bilmem ne kuyruğunda beklerken…

Şu son örneklediklerim hep emekliye ayrılmış emekçilerin yaşantılarıyla ilgili oldu. Çalışan emekçiler için de yazabiliriz: İşyerinde, ofiste, fabrikada, derslikte, amfide, oralarda iş görürken, iş ve okul arkadaşlarıyla konuşurken, ne bileyim, oraların yemekhanelerinde yemek yerken…

Bire bir karşılaştığımız, tanıklık ettiğimiz, dinleyerek, izleyerek, okuyarak haberdar olduğumuz ne çok örnek…

Evirip çevirmeye, saklayıp gizlemeye gerek yok: Bunlar can sıkıcıdır, sinir bozucudur, belki daha kötüsü biraz da umut kırıcıdır. Ama böyledir; büyük ölçüde irademiz dışında olsa da vardır, oradadır, biz de onların hepsiyle değilse bile çoğuyla birlikteyizdir. Ülkemiz ve toplumumuz, çok uzun zamandır, daha eskiye gitmeden söylenirse, bütün cumhuriyet dönemi boyunca görülmemiş ve temelindeki sömürü ile baskının azgınlaştığı bir cahiliye döneminin içindedir. Öyledir de,  ne kadar mazeret aramaya uğraşsak sorumluluğundan kaçamayacağımız bu dönemin şu ya da bu ölçüde bozup çürüttüğü insanlar olmadan kurtuluş nasıl mümkün olsun! İnsanlık tarihinin en ciddi kurtuluş deneyini gerçekleştirenlerin sözlerini hatırlarsak, sosyalizmi seralarda yetiştirilmiş insanlarla kuracak halimiz yok!

Biz elbette o noktada değiliz daha. Ancak, bulunduğumuz noktada yapmak durumunda olduğumuz işler için de seralarda yetiştirilecek insanları bekleyecek değiliz. O bozulmuş, çürütülmüş, bizi sık sık umut kırıklığına uğratan insanlarla birlikte işimizi yapmak zorundayız. Gayet de basit görünen bir kolaylaştırıcı ölçütümüz var aslında: Onların en çürümüş olanlarıyla yolumuzu kapatan yığıntıları kaldırma anlamında uğraşmak dışında hiç vakit kaybetmemek ve sağaltılabilir olanlarla yola devam etmek.

Bu ayrımın nasıl yapılacağı ise örgütlü mücadelenin ferasetine kalmıştır.