Bir yanılgı, birkaç sonuç

Yanılgıya düşen benim. İki hafta önce, Erdoğan’ın ve onun öncülüğündeki AKP’nin önümüzdeki iki yıllık yolculuğunun öngörülebilir uğrakları üzerinde dururken, kendi kongreleri nedeniyle bu Pazar gününden bir iki gün önce bitmesi gereken bir BM Genel Kurulu seyahatinden söz etmiştim. Daha doğrusu, o vesileyle ABD’de yapılabilecek açık ve gizli görüşmelerden... Olmadı. Vazgeçtiler ya da vazgeçmek zorunda kaldılar.

İleri sürülen, daha doğrusu, hiçbir soru sorma yeteneği ve cesareti kalmamış bir basının yardımıyla geçiştirilmesi iyice kolaylaşan açıklama, doğal olarak, herhangi bir inandırıcılık taşımıyordu. O kadar ki, şu anda yazarken, yapılan açıklamanın ne olduğunu bile unutmuş durumdayım. Bugün gerçekleştirilmekte olan parti kongresi gerekçe gösteriliyordu galiba.

Oysa, hem başbakanlığın resmi sitesinde yer almış, hem de tutulan en pahalı otellerin kral daireleri ile bürokratlara uygun görülen lüks odaların fiyatlarına ilişkin bilgiler bile ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Ama, kuşkusuz, asıl önemli olan bu değil.

Asıl önemli olan, bu vazgeçişle kaçırılan fırsatlar ve üzerinde durulması gereken olası nedenler.

Fırsat derken anlatmak istediğim, padişahımız efendimiz hazretlerinin irat eylemesi beklenen Birleşmiş Milletler nutkunun şu kongre sürecinde kullanılabilecek oluşu. Elbette buna Obama ve benzeri kefere padişahlarıyla yapılacak çeşitli görüşmelerin eklenmesi de mümkün olabilecekti. Böyle bir durumu fırsat olarak nitelendirmek gerekiyordu çünkü, şu sıralar hava basmaya, prestijli görünmeye çok ihtiyaçları vardı. Bombalar, patlamalar, ölenler, öldürülenler, zamlar, balyozlar derken esaslı bir güç ve prestij kaybı yaşıyorlardı. Parti içindeki, henüz açıkça vuku bulmamış olmakla birlikte şüyu bulmuş birtakım sıkıntıların da hem padişahın tartışılmaz kudreti hem “birlik beraberlik havası” açısından zarar verici etkileri olabilirdi. Bunları büsbütün ortadan kaldırmak değilse de önemli ölçüde dengelemek bakımından yabana atılamayacak bir fırsattı kullanılamamış oldu.

Fırsatın kaçırılmasına ilişkin olası nedenlere gelince…

İlk akla gelen nedenlerden biri, yüz bulamamış olmalarıdır. Yüz bulamamış ve idare edilmiş, “bakarız, düşünürüz” türü cevaplarla karşılaşmış olmaları, ciddi bir olasılıktır. Her ne kadar Obama’nın kimseye görüşme randevusu vermediği türünden haberler basın aracılığıyla dolaşıma sokulup, “eee, ne yapsın adamlar, zorla görüşecek değiller ya” dedirtmeye yönelik bir çaba gösterilmiş bulunsa da, ciddi olasılıktır.

Böyle düşünmenin dayanakları neler olabilir? Başka türlü sorulursa, tümden ya da kesin bir dille geri çevrilmiş olamazlar mı? Bunu epeyce düşük bir olasılık saymakta yarar vardır. Nedeni hiç karmaşık değil: Henüz onlardan beklentiler tükenmedi ya da, şimdi ortalıkta görünmeyen eski has adamlarının özlü sözüyle “deliğe süpürülme” vakitleri daha gelmedi, biçiminde de anlatılabilir.

Öncekiyle en azından sözel bağlantı kurulabilecek bir başka neden de şu olabilir: Esaslı talepleri ya da planları vardı onlara ilişkin olarak “yüz bulamadılar”. Ne tür talepler olabilir bunlar? Biri, zat-ı şahanelerinin Genel Kurulda gösterişli bir konuşma yapmaları olabilir. Buna pek itiraz edilmeyeceğini düşünmek yanlış sayılmaz ayrıca, itirazın konuşmayı engellemesi türünden bir kural da yok elbette. Ama, Amerikalı dost ve müttefiklerin pek de hoşuna gitmeyecek esip savurmaların da konuşmanın içinde bulunacağı belli bir açıklıkla belirtilmiş ya da sezilmişse, iş değişir çeşitli biçimlerde tepki gösterileceği hatırlatılarak caydırılabilir, demek istiyorum. Muhtemelen daha ısrarlı bir başka talep olarak, Obama ile görüşme ileri sürülmüş ve ya uyduruk bir gerekçe ile ya da talep edilen gündem hoşa gitmediği için geri çevrilmiş olabilir.

Bunların yanı sıra, fırsatın kaçırılmasına ya da kullanmaktan vazgeçilmesine yol açan olası nedenler arasında dışarıdaki ve içerideki olumsuz koşullar da bulunmaktadır kuşkusuz.

Ülke sınırları dışındaki olumsuzluklardan söz edilince, artık bir komediye dönüşmüş “komşularla sıfır sorun” politikasının akla gelmesi doğaldır. Suriye bunalımındaki atak mı korkak mı olduğu anlaşılamayan, ama güvenilmezliği apaçık tutumun sonunda, ne BM Genel Kurulu çerçevesinde ikili görüşmelerle bunu ve başka dertlerini gündeme getirmeleri mümkün olmuş, ne de Mısır’ın ön ayak olmasıyla ortaya çıkmış ve kendilerinin yanı sıra İran’ın ve Suudi’lerin katılımıyla yapılacak zirve gerçekleştirilebilmiştir.

İçerideki sıkıntılar ise, içerideki derken, hem ülke içindeki hem parti içindeki sıkıntılar, tahminlerin ve az çok dışarıya sızanların herhalde epey ötesindedir. Ülke içi sıkıntılar, onların güncel görünümleri belli sayılır: Balyoz davasının yol açmış olabileceği, daha önemlisi artık Erdoğan’ın da adlı adınca dile getirdiği “yeni rejim” yolunda atılması planlanan adımların, kendilerinde ve çevrelerinde yarattığı tedirginlik… Dış savaş olasılığının ve iç savaşın seyrinde ortaya çıkan yükselişin doğurduğu huzursuzluk… Ufukta beliren ekonomiyi şimdiye kadar olduğu gibi götürememe olasılığı, belki de daha ağırı: önce apaçık bir durgunluk, hemen sonra çöküş...

Parti içi sıkıntılar da az çok ortaya çıkmaya ve sağda solda söylenmeye başlıyor: İşi bugüne kadar getirmiş kıdemlilerin parti yönetimini ve milletvekilliğini bırakma konusundaki gönülsüzlüğü, bunun yaratabileceği homurdanmalar, belki de yakın gelecekte homurdanmaların ufak çaplı başkaldırmalara dönüşme eğilimi… Çankaya’daki köşke çıkılarak taçlandırılacak, aynı zamanda, yeni bir aşamaya evriltilecek sürecin olası sıkıntıları, sürecin kendisinden veliahdın kim ve yetkilerinin ne kadar olacağına kadar bir dizi baş ağrısı işte…

Burada, yarı şaka yarı ciddi, “veliaht”tan ve onun kimliğinden söz ettik madem, küçük bir hatırlatmayı da atlamamak yerinde olur.

AkP’nin önde gelen kadroları, hiç değilse onların önemli bir bölümü, Osmanlı’ya hayranlıklarını gizlemediklerine, hatta bir “yeni-Osmanlıcılık”tan söz edildiğine göre, oradan alınmış olması gereken birtakım dersler olmalı. Değinme, olardan biriyle ilgili. Veliahdın önceden açık açık belirtilmesi, birtakım sorunlara yol açmasının yanı sıra işaret edilenin hayatına da mal olabilirmiş o zamanlar. Bugünün Osmanlıcılarının bunları bilmelerini beklemek gerçekçi olmaz. Ama, eskiden beri, içeride dışarıda, nerede ve hangi koşulda olursa olsun yazıp duran bir Yalçın Küçük var. Onu okuyup öğrenebilirler. Bununla birlikte, okuyup yazma ile pek de başlarının hoş olmadığını düşünerek, ayrıca, işlerinin başlarından aşkın olduğunu teslim ederek, burada küçük bir yardımda bulunabiliriz: “(…) karine ile işaret dışında, hiçbir Osmanlı emiri, yerine geçecek olanı tespit cesaretini kendinde bulamamıştır. Belirlemenin kuruluş yasalarına ters düşmesinin ötesinde, seçmenler kolejinin haklarına bir tecavüz kabul edilmesi mümkündür. Öte yandan, tahttaki sultanın tercihinin belli olması, bir tür ölüme davetiye çıkarmak demektir.” (Atamanoğlu Fatih, s. 229.)

Kendisini pek fazla birikmiş günahları kadar sevmeseler de, sevmek şart değil, daha meraklı ve okuma heveslisi olanları, yazdıklarını okuyabilirler olmadı, birilerine okutturup anlattırabilirler. Vakitleri yok dediysek de sayfa numarası vererek yer gösterdik işte, hiç değilse oraları, önündeki ardındaki sayfaları okusunlar!

Bu arada, halk ağzıyla söylenirse, devirler değişti çok şükür: O zamanki ölümü, bugünün koşullarında, aday olunan makama ulaşmanın çeşitli yollarla engellenmesi, biçiminde anlamak gerekiyor.

Bir bakıma yöntemsel sayılabilecek iki notla bitirebiliriz.

Birincisi, yukarıda yazılanların bir bölümünün, hâlâ öyle midir, bir ara moda haline getirilmiş deyimle “niyet okuma” olarak yaftalanması, suçlanması mümkün olabilir. Ancak, içinde bir yığın insanın bulunduğu durumları, olayları irdelemeye, çözümlemeye uğraşırken bunda bir sakınca yoktur, hatta gereklilik olduğu bile söylenebilir. Niyet okuma denilen işin sakıncası, savcı ve yargıç sıfatı taşıyanlar tarafından ve görevleri sırasında yapıldığında ortaya çıkar.

İkincisi, yine yukarıda değinmeye çalıştığımız olasılıklar, birbirini dışarıda bırakıcı nitelikte değildir, birinin varlığı ötekini imkânsızlaştırmaz. Tersine, birkaç tanesi, hatta tümü ya da tümüne yakın bir çoğunluğu bir arada geçerli olabilir, başka bir anlatımla, gerçeğe dönüşebilir. Böyle düşünüldüğünde, olup biteni daha eksiksiz biçimde anlamlandırmak da kolaylaşacaktır.