Bir Patavatsızlığın Hatırlattıkları

Önce bu sözcüğün anlamına ilişkin bir değinmede bulunmakta yarar var çünkü, kimileyin, herkesçe çok iyi bilindiği varsayılan bir sözcükten yola çıkıldıktan ve bir yığın tartışmadan sonra, başlangıç noktasını oluşturan sözcüğe çok farklı, hatta aykırı anlamlar yüklenmiş olduğu ortaya çıkabiliyor.

Öyleyse, şu patavatsız sözcüğünü bir hatırlamalı.

Sıra, saygı gözetmeden, nereye varacağını düşünmeden ağzına geleni söyleme, aklına estiği gibi davranma: Bu sözcüğün anlattıkları bunlar.

Son olarak Zonguldak’ta yaşanan ve bu kez de otuz işçinin ölümüne yol açan iş kazasının ardından edilmiş şu sözlerin yukarıda anlamını aktardığımız sözcüğü akla getirdiğini ileri sürmekle, kimse öküz altında buzağı arayan iflah olmaz bir muhalif damgasını hak etmez herhalde:

“Acınızı paylaşmaya geldik. Bölge insanı bu tür üzüntülere alışık. Bu mesleğe giren kardeşlerimiz böyle şeylerin olabileceğini bilerek giriyorlar. Bu mesleğin de kaderinde bu var.”

Erdoğan’ın bu sözlerini kendi kulaklarımla duymuş değilim gazetelerden aldım. Herhalde gerçekten söylenmiş kabul etmekte sakınca yoktur. Olsa olsa, bir iki sözcük eklenmiş ya da atlanmıştır onlar da anlatılanların özünü değiştirmez.

Art arda dile getirilmiş ve her biri az çok bir genel kabulü yansıtan bu dört cümle üzerinde ayrı ayrı durulabilir. Ama, daha önce, madem aşağı yukarı bir genel kabulü yansıtıyor, bunların söylenmesi neden patavatsızlık olsun, yollu bir sorunun akla takılabileceğini düşünerek, bu cümlelerin dillendirilme zamanı ve yeri açısından böyle bir nitelemenin uygun düştüğünü ekleyelim.

Bunlardan “acıların paylaşıldığı”nı aktaran ilki, benzer durumlarda ilk akla gelen ve hemen dile getiriliveren cümlelerden biridir. Söyleyen kim olursa olsun, bir “en az içtenlik” göstergesi olarak söylenmiştir, genellikle öyle de kabul edilir zaten çünkü, o tür bir durumdan etkilenmeyecek bir insanın yeryüzünde bulunabilme olasılığı aşağı yukarı sıfırdır. Dolayısıyla, o ilk cümlenin, ne söyleyen ne dinleyenler, kimse için değer taşımayan bir retorik olmanın dışında, herhangi bir acının, üzüntünün, karşı çıkışın, kararlılığın ya da bunlara benzer bir insani durumun yansıması olarak anlaşılması mümkün değildir.

Öteki üç cümlede ise açık açık şunlar anlatılmaktadır:

1. Bazı bölgelerde yaşayanlar, yakınları olan insanların ekmeğini kazanmak için çalıştıkları sırada, birer ikişer, üçer beşer, yirmişer otuzar ölüp gidivermeleriyle sık sık karşılaşırlar. O yüzden, bu tür olaylara alışmışlardır.

2. Açıkça söylenmese de böyle bir saptamanın apaçık uzantısı şudur: Alışık oldukları için başka insanlar kadar çok, ağır, derinden etkilenmezler. Daha dayanıklı olur, daha sessiz ve kabullenici davranırlar. Öyle olmaları da gereklidir.

3. Üçüncü cümleye bakılacak olursa, bazı mesleklere girenler, çalışıp dururken, bir gün, birdenbire ve tek tek ya da topluca ölüp gidivereceklerini bilirler bunu bile bile o mesleğe girmeye devam ederler.

4. Bu cümlenin de dile getirilmemiş, ama kolayca fark edilen bir uzantısı vardır: Geçmişte ve bugün birtakım işleri yapanlar sık sık iş başında ölmüş ve ölmekte oldukları halde, insanlar hâlâ bu işlerde, üstelik her türlü kötü koşulda çalışabilmek için sonu gelmeyen kuyruklarda beklemeye devam ediyorlarsa, çok fazla da tasalanmaya gerek yok demektir. Tasalanmanın dozunu kaçırıp gürültü çıkarmak ise, kuşkusuz, hoşgörülemeyecek bir durumdur.

5. Dördüncü ve son cümleye kulak verildiğindeyse, bazı alanlarda, bu arada madencilik mesleğinde, ne yapılıp edilse iş kazalarını ve o kazalarda ortaya çıkan can kayıplarını önlemenin imkânsız olduğu anlaşılmaktadır.

6. Aslında Erdoğan bu yargıyı böyle ölçülü biçili bir tür nesnellikle dile getirmiş de değildir. Doğrudan doğruya “kader” sözcüğünü kullanmıştır. Böyle konuşurken sağlamlığına güvendiği bir dayanağı vardır ve ölenlerin, yakınlarının, olup biteni kaygıyla izleyenlerin hemen hepsinin inandığı ve/veya tartışma konusu yapmaktan çekindiği o dayanak şudur: Her insanın kaderi önceden yazılmış durumdadır ve “ölüm Allah’ın emri”dir.

Bir politikacı, üstelik de yürütmenin başında bulunurken, tam anlamıyla yerin yedi kat altındaki yakınlarını umutsuzca bekleyen insanların karşısında ve sözleri ile birlikte görüntüsü ülkenin her yanına hemen ulaştırıldığı sırada, bu sözleri nasıl söyleyebilir? Daha düzgün sorulacak olursa, bir politikacının bu sözleri çekinmezlik, umursamazlık anlamındaki “fütursuzluk” sözcüğünü çağrıştırmaz mı ve böyle bir fütursuzluk, ya da dobralık diyelim isterseniz, ne anlama gelir?

Gerçekten de burada “dobra dobra” denilene yakın bir eda vardır. Birkaç yüzyıldır “burjuvazi” diye söylenip gelinivermiş olan egemen sınıf, zaman zaman, bu tür dobralıklara ihtiyaç duyar. Bunlar, genellikle, sınıfın belli bir güçlülüğün üzerine çıktığı ve/veya kendisini öyle hissettiği zamanlardır.

Sınıfın kendisinin, daha doğru bir anlatımla, sınıfı oluşturan bireylerden birinin yahut bir bölüğünün, öyle zamanlarda bile olsa çıkıp dobra dobra konuşanlarına pek sık rastlanmaz. Örnek olsun, Halit Narin adındaki sermayedarın, 12 Eylül darbesi gerçekleştirildikten kısa bir süre sonra, “şimdi gülme sırası bizde” diye patlattığı demece sonraki uzun yıllar boyunca çok fazla göndermede bulunulması, o tür dobralıkların doğrudan sınıfın kendisinden gelişine seyrek rastlanmasındandır.

Buna karşılık, kapitalist sınıf, öyle dobralıkları temsilcisi konumundaki politikacılara yaptırır. Şöyle de söylenebilir: O tür eğilimler sergileyen ve kendisini bu özelliği taşıdığına inandıran politikacıları destekler etkili yönetim konumlarına yükseltir.

Ancak, bu desteğin, güç düzeyindeki ve/veya hissindeki azalmaların şiddetine ve sürekliliğine bağlı olarak sert ya da yumuşak gerilemeler göstermesi, kimileyin de büsbütün ortadan kalkması doğaldır.

Öte yandan, politikacının sergilediği özellik ve eğilimlerin, sınıfın konumunda ortaya çıkan güç değişimlerinden görece bağımsız olarak da destek çekilmesine yol açması mümkün olabilir. Nasıl fütursuzluk ile patavatsızlık ve dobralık arasında hem bir geçişkenlik hem de kolayca çizilemeyen sınırlar varsa, bunların tümü ve tek tek her biri ile “akım derken…” bir başka nesneyi dillendirme durumu arasında da benzer kolaylıkta bir ötekine dönüşme olasılığı her zaman bulunur.

Politikacının söyledikleri ile yapıp ettiklerinde bu tür bir dönüşüm, kuşkusuz, desteğin eksilmesi, hatta büsbütün çekilmesi riskini doğurur. Hele hele, böyle bir dönüşüm, sınıfın gücünde nesnel ya da öznel bir azalma yahut yeni atılımlar için gerekli gördüğü gücün uzağında kalma kaygısı ile eşzamanlı olarak ortaya çıkarsa, işte o zaman, politikacının düşüşü kaçınılmazlaşır.