Bir kez daha örgüt

Olur. Bir kez daha değil sadece, bin kez daha da yazılır, konuşulur. Yazılıp konuşulurken yapılıp kotarılması ihmal edilmedikçe hiçbir sakıncası yoktur.

Hatta, ne kadar çok yazılır konuşulursa, o kadar iyidir.

Birincisi, hep söyleyip duruyoruz, tekrar, öğrenmenin ve öğretmenin hiç eskimeyen bir yoludur.

İkincisi ve belki daha önemlisi, yazılıp konuşuldukça irdelenmiş, düşüncesiyle uygulamasıyla elden ve gözden geçirilmiş, böylece sürekli biçimde geliştirilmiş olur.

Ayrıca, en az bunlar kadar önemli bir üçüncüsü de, örgütün, burada artık somutlaştırmanın yeridir, siyasal parti denilen örgütün vazgeçilmezliği, biricikliği, tek ve gerçek silah oluşudur.

Bu cümledeki vazgeçilmezlik sözcüğü kendini yeterince anlatıyor. Biricik olma durumu ise o sözcüğün ardından gelen tek ve gerçek silah oluş ile ilgili. Gerçek bir silahtır, tektir, başka bir silah söz konusu değildir; dolayısıyla, “silah” adı altında bilinen bütün öteki şeylerle karşılaştırıldığında eşsizdir, biriciktir.

Peki, buradaki başka bir silahın söz konusu olmadığı iddiası, şu çürümüş dünyanın ve sınıf mücadelesinin katı gerçekleri karşısında apaçık bir naiflik taşımıyor mu?

Hayır ve şundan hayır: Silah denilegelen nerdeyse sonsuz çeşitlilikteki nesneler, mekanizmalar, sistemler, her neyse, hemen hemen insanın ortaya çıkışıyla birlikte, belki önce hayvanları, ama asıl olarak insanları öldürme işine yaramıştır. Diyelim ucu sivriltilmiş taşlar biçimindeki en ilkellerinden atom, napalm, misket, bilmem ne bombalarına kadar en gelişkinlerine kadar bütün silahların asıl amacı, insanları öldürmek, gebertmek ve bu telefatı mümkün olduğunca bir defada en çoklaştırmak üzere geliştirilmiş ve kullanılmıştır. Oysa, bizim sözünü ettiğimiz silah, insanların öldürülmesini değil, buna son verilip yaşatılmasını, üstelik insan denilen yaratığa yaraşır biçimde yaşatılmasını sağlamak, ona önayak olmak üzere “icat edilmiştir.” Evet, bunun için düpedüz bir icat diyebiliriz. Bu niteliğiyle, söylenilip kullanılagelmiş silahlarla herhangi bir benzerliği yoktur.

Bununla birlikte, sözlüklerde genellikle verilen anlamı hatırlanacak olursa, “savunma ve saldırı amacıyla kullanılan araç”, konu biraz belirsizleşiyor ve bizim bu biricik silahımız da böyle bir tanımın kapsamına girebiliyor. Doğrudur, bizim bu tek ve gerçek silahımız da emekçi insanlığı savunmak ve onun ezilip sömürülmesine karşı saldırmak işine yarar. Yalnız, bu bir ateşli silah değildir. Gerçi, ateşsiz silah saymakta acele edilmemeli; çünkü,  bu sözün çağrıştırabileceği türden, ilkel bir araç da değildir. Belki de, bir önceki cümleyi düzeltmekte yarar var:  Bu benzersiz silah için ateşli silah değildir, demek yerine, bunda başka hiçbir silahta bulunmayan bir ateş vardır ki, kimseyi öldürüp paramparça etmeden mucizelerin önünü açar, demek daha doğru olabilir. Bu niteliğiyle, bilinen bütün silahların öldürüp gebertmekle ilgisi bulunmayan en üstün özelliklerini bir araya getirip aştığını söylemekte de, bıyık altından ya da üstünden yahut şaşkın bakışlarla gülümseyenlere aldırış etmeden, bir sakınca yoktur.

Hep merak etmişimdir: Ben o sıralar böyle masalsı görünen anlatımlarla döktürüyor değildim; benzer işler yapan başkalarını da hatırlamıyorum, dolayısıyla oralardan işitmiş olamaz da, kendine uzunca bir süre motto belleyip tekrarlayıp durmasına bir anlam vermekte güçlük çekmişimdir. Süleyman Demirel, diyorum, şu benim 15 yıl kadar önce Bülent Ecevit ile birlikte “Türkiye burjuvazisinin yetiştirebildiği dişe dokunur son iki politikacı” payesi verdiğim Demirel, 1990’ların başlarında, Erdal İnönü ile birlikte koalisyon hükümeti kurduğu sıralarda bir “örgütlü toplum”  sözü tutturmuş gidiyordu. Tam bir motto olarak kullandı yıllarca, hatırlanacaktır. Hatta, Özal’ın ani ölümüyle Köşke çıktıktan sonra da bundan bir süre vazgeçmemişti.

Aldatmaca, kandırmaca, çarpıtmaca diye kestirip atmak aşırı vulgarizasyon olur. Tamam, böyle bir niyetin varlığını sezmek büsbütün temelsiz sayılmaz; madem kayda değer “en son iki politikacıdan biri” dedik,  sınıfı adına, bu payenin gerektirdiği bir uyanıklığı göstermiş olduğu da düşünülebilir. Bununla birlikte, bu artık göçüp gitmiş politikacının devrimcilerden hiç etkilenmemiş olduğu söylenemez. Zaten onun geçmişinde bu tür bir etkilenmenin en az bir örneğini hemen bulmak mümkündür: Görkemli 61-71 döneminde biz solcular, ülkenin ve emekçilerin  yoksulluğu, geri kalmışlığı, kalkınması ile ilgili bir yığın maddi gerçekleri sergilemeyi, bunun için sayılardan yararlanmayı pek severdik. Demirel de ülke yöneticisi olduktan sonra bu tür yaklaşımlara sardırmış ve bu özelliğiyle yandaşı/muhalifi politika erbabından övgüler alır olmuştu. Bunu, en az mühendisliğine, şusuna busuna olduğu kadar, karşılarında çat çat kavga ettiği biz solculardan etkilenmiş olmasına bağlamakta bir abartı yoktur. Bu “örgütlü toplum” tutturmasında da bir ölçüde böyle bir etkilenmenin olduğu neden söylenemesin?

Kısa bir süreliğine çok eskilere doğru sıçrayarak devam edelim.

Çocukluğumuzdan beri Arşimet olarak söyleyip yazdığımız Arkhimedes’in İ.Ö. Üçüncü Yüzyılda, Sicilya’daki bir antik Yunan site devleti olan Syrakuza’da yaşamış büyük bir matematikçi ve mucit olduğu bilinir. Birçok eseri Yunanca asılları ile çağımıza kadar ulaşmış bu büyük bilgine yakıştırılan birtakım sözler, deyişler, davranışlar vardır. Örneğin, bir gün hamamda yıkanırken nicedir üzerinde yoğunlaştığı bir soruna açıklama getirdiğini fark etmesi üzerine o haliyle dışarıya fırlayarak “Eureka!”, buldum, diye bağırarak koşturduğu rivayet edilir. Yine ona yakıştırılmış ve çok ünlenmiş bir söz de şudur: “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım!” Doğrusu, en azından geçen yüzyılın başlarından bu yana devrimcilerin söyledikleri de bundan çok farklı sayılmaz. Onların akıllarındaki dayanak noktası ise devrime öncülük edecek yepyeni bir partidir.

İktidarda olsunlar ya da iktidarı kovalasınlar bütün toplumsal sınıfların ve onların temsilcilerinin, zaman zaman, belki de sık sık kullandıkları, tamamlanmadan bırakılmış izlenimi bırakan bir cümle vardır: “Bir daha asla!”

Öyle derler ya da kimse pek tanık olmamış bile olsa, öyle dedikleri ileri sürülür; tarihçiler, siyasetçiler, yazarlar tarafından. Tümüyle söylenip bitirilmiş bir cümledir aslında bu. Bir daha kesinlikle bu hatayı yapmayacağız, bu aymazlığı göstermeyeceğiz, bu duruma düşmeyeceğiz… Biraz hayıflanma, daha çok da yeni bir kararlılık anlatır.

Şimdi bizim için de geçerli ve gereklidir. Bir daha asla fenersiz yakalanmayacağız, hiçbir devrimci durumda onu devrime dönüştürebilecek güçte bir partiden yoksun olmayacağız.

Anlaşılması çok kolaylaşmış ve artık iliklerimize kadar işlemiş bir gerekçeyle: Devrim yapılır ve sosyalizm kurulur. Bunlar kendiliğinden gerçekleşmez; bunlara öncülük edebilecek güç ve yetkinlikte bir parti olmadan her ikisi de imkânsızdır. Eh, o ikisi imkânsız görülüyor ya da bırakılıyorsa, ne kalır geriye, çekiver kuyruğunu gitsin!

Bu kadar açık, bu kadar yalın!