Bir İnanmışın Tarihsel Materyalizmi

Böyle bir yazıyı aklıma getiren, burada Cuma günleri okuduğumuz dostlarımızdan Mustafa Kemal Erdemol’un bu haftaki yazısıdır. En başta bunu belirtmiş olayım.

Okuyanlar, hatırlayacaklardır. Okumamış olanlar için de hemen bulup okuma kolaylığı var. Ama benim yazmamı kışkırtan satırları buraya aktarmak hem usuldendir hem de okurlar için ek bir kolaylık olacak:

Noel’in yoksulları sevindirmek, onlarla dayanışma içinde olmak amacıyla bir fırsat gibi görüldüğü zamanlar geride kaldı. Özellikle batı kiliselerinin yoksullukla mücadele etmek gibi bir politikaları da yok. Ancak Latin Amerika’nın sosyalizmle buluşmuş hıristiyanlık inancı hala yoksullarla dayanışmayı sürdürüyor. Michael Löwy, Marksizm ve Din adıyla Türkçe’ye de çevrilen kitabında Latin Amerika’daki devrimci kiliseleri ayrıntılarıyla anlatır. Şiddetle tavsiye ederim bu kitabı, lütfen okuyun. Löwy, 1977 yılında Latin Amerikalı hırıstiyan/marksistlerin, ezilen, sömürülen tüm kesimleri kapsayan bir kelime türettiklerini belirtir: Pauperiat. Yoksul ile Proletarya kelimelerinden oluşmuştur bu sözcük.

Latin Amerika’nın – Löwy’nin deyimiyle- ‘kurtuluş teolojisi’ olan hıristiyan marksizmi, ciddi devrimci bir gelenek. Bu teorinin önemli adlarından birinin muhteşem bir cümlesini tutmuşum aklımda: ‘İnanan ya da inanmayan değil, ezenle ezilen vardır’. Müslümanlar arasında da bunu söyleyecek olanlar çıkar mı acaba?

Bizim de aşağı yukarı yedi sekiz yıl önce Ankara’daki Nâzım Kültürevi’nde bir oturum düzenleyip bu “kurtuluş teolojisi” konusunu da bir alt başlık olarak ele aldığımızı orada, kardeşim ve yoldaşım Ali Oğuz’un öğretici bir sunuş yaptığını hatırlıyorum. Hatırlıyor ve not etmeden geçemiyorum.

Bana bu yazıyı yazdıran ise Erdemol’un yazısından yukarıya aldığım cümlelerin sonuncusu oluyor oradaki soru.

Evet, öyle Müslümanlar vardır. Hatta, “inanan ya da inanmayan değil, ezenle ezilen”in önemli olduğu sözündeki dolaysız, ama kısıtlı politik yönelişin temelinde yer aldığı söylenebilecek çok daha “felsefi” bir duruş ya da bakışa sahip olanlar bile vardır. Türkiye’de belli bir yaş yaşamış, bu yaşın da önemlice bölümünü toplumsal mücadelenin içinde geçirmiş insanlar, belleklerini biraz zorlayarak, kendi yaşantılarında karşılaştıkları bu tür örnekleri hatırlayabilirler. Belli bir yaşa gelmiş olanlar bir yana, genç mücadelecilerin de böyle Müslümanlarla karşılaşmakta olduklarını söyleyebiliriz.

Söylenmesi çok güç olansa, Latin Amerika’daki “Hıristiyan/Marksistler”e az çok benzer bir “Müslüman/Marksistler” eğiliminin yahut akımının varlığıdır. Bu durumun nedenleri üzerine kısaca belirtilebilecekler de bulunabilir kuşkusuz ama, en iyisi, öyle bir akımın var olmadığı saptamasıyla yetinerek daha ötesini çözümleme yazılarına bırakmak.

İnanan/inanmayan ikileminin yerine ezen/ezilen karşıtlığını koyabilen Müslümanların çokça anlatılıp kulaktan kulağa yaygınlaşma anlamında ün kazanmış olanlarından biri, birinci TİP üyesi o Kürt imamdır. Hani, “bölücülük” suçlamasıyla karşısına çıkarıldığı yargıcın “Söyle bakalım, memleketi bölmek için çalışıyormuşsun, doğru mudur?” sorusuna “Memleket hıyar mıdır ki ben bölem, hakim beg?” diye soruyla cevap veren şu çarıklı erkân-ı harp.

Benimse, şu anda, kendi yakınlarımdan bir yaşlı kadın aklıma geliyor. Siyasetle pek ilgilenmemiş olmakla birlikte, bir materyalist bakışı inanmışlığının yanında ya da temelinde sürdüren bir örnek olarak…

Rusçuk’ta doğup büyümüş, öğretmen okulunu bitirmiş, bir olasılık, Stamboliyski ayaklanmasına ucundan kıyısından karıştığı için anavatan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış kocasının ölümünden sonra, öncesi de var ama, özellikle ondan sonra hafızlık yaparak kazandığı üç beş kuruşu dul maaşına ekleyip 90 yaşlarına kadar yaşamış bir kadındı. Benim, nasıl derler, “özbeöz” anneannem. Bastonuna dayanmadan yürüyemediği son zamanlarına kadar bütün Ramazanları “bir gün Bakırköy öbür gün Pendik” dolaşıp Kur’an okuyarak geçirirdi ve o günlerinde bile

niye gelmişiz bu dünyaya oğlum

yimek içmek giymek

bir de sevmek sevilmek

demekten vazgeçmezdi.

Şu son cümledeki tırnak işaretleri içinde yazılmış bölümler, kendisi için ölümünden bir iki yıl önce yazılmış bir şiirden alıntıdır. O şiirde “bir bilgedir/ bir vulgar materyalisttir” diye belki de şiire yakışmayacak, ama o kadar iddialı olmayıp şiirimsi notlar dediğimizde pek de yadırganmayacak, “bilimsel” edalı saptamalar bile yapmıştım.

Şiire biraz sonra yeniden döneceğim de, şimdi, bir başka alıntıya sıra geldi. Şöyle:
İnsanlık her şeyden önce, siyaset, bilim, din, sanat, vb. ile uğraşmadan önce, yemek ve içmek, barınak ve giyecek sahibi olmak zorundadır.

Bu cümle ise Engels’in, 1883 yılında, çalışma arkadaşı ve yoldaşı Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmadan alınmıştır. Tarihsel materyalizmin en özlü anlatımlarından biri olarak bilinir.

Bütün ömrünü emeğiyle var etmiş birçok insanın belli bir yaştan sonra pek de güzel ulaşabildiği bir bilgelik düzeyinin göstergesi olarak anneannemin sözleri de üç aşağı beş yukarı aynıdır. Hatta, yukarıda aktardığım satırlardaki “bir de sevmek sevilmek” eklentisi, artık itiraf etmeliyim, benim uydurmamdır ve şairane bir süsleme ile o insana bir güzellik daha katmak için yapılmıştır.

Madem bu “mü’mine tarihsel materyalist” bizden rahmet istedi, o şiirin son bölümünü de buraya yazarak bitirelim:

ellerinden öperim çocuklarımın ninesi

tanrı sana uzun ömür versin

bir de cennetinde yer versin

bilmem bunu hâlâ ister misin