Bir heveskârın gecikmiş tepkisi

Heveskâr sözcüğünü kendim için ve amatör karşılığında kullanıyorum. Neyin amatörü, sorusu ortaya atılırsa  da, müzik dinlemenin, diye yanıtlayabilirim. Az sonra aktaracağım çok eski bir yazımın ilgili satırlarında görülecek.

Tepki vermek gerekir düşüncesinin kaynağında ise değerli müzikçi Ahmet Say’ın 17 Haziran günü burada yayımlanan “Sıradan bir yaz günü yazısı”nın bulunduğunu belirtmeliyim. Değerli müzikçi, pek çok yazı yazmasına karşın popüler müzik konusunda yazdıklarının çok az olduğuna değindikten sonra, bunun nedeni olarak o alanda nitelik düzeyinin düşüklüğünü ileri sürüyordu. Hemen ardından da şunları yazmıştı:

“Her şeyin bir yeri var. Sabahtan akşama kadar Bach dinleyen birinin ruhsal sağlığından kuşku duyarım. Çünkü o, hayatı ve insanı anlatan müzik sanatının çağlar içinde gelişen nasıl bir anlatım gücü  taşıdığını sezememiş, kendini tekdüze bir hayata mahkûm etmiş demektir

Buradan yola çıkarak okurlarıma, müzik türleri üzerine temel bir ilkeyi belirtmek istiyorum:

‘Şu tür müzik, bu tür müzik yoktur; iyi müzik, kötü müzik vardır.’

Hangi türde olursa olsun iyi müzik, insanı saran, insanın yüreğine seslenen müziktir. Mozart’ın müziğinde de bulabilirsiniz bunu, türkülerimizde de, Bessie Smith’in söylediği caz şarkılarında da…

Ben, saz şairlerimizin nice parçasını böyle dokunaklı bulurum, onları dinlerken içim titrer. Herhalde sözleri ve ezgilerinde, insanın yüreğine seslenen ılık bir şeyler vardır bu parçalarda.

Popüler müziğimizin günümüz örneklerinde, uyumu ve içtenliği zor buluyoruz. Sözlerinin güzelliğine, sadeliğe, yumuşak bir söyleyişe önem vererek derinlik kazanan popüler şarkıların üretimi giderek azalıyor. Peki dünyada? Günümüz dünyasında sanayi haline gelmiş olan popüler müzik parçalarının üretimi, her yıl binlerce şarkıyı kapsadığı halde, onların içinde yüreğimize kadar uzanan parçalar çok az. Ama kimi şarkılar da ‘unutulmayanlar’ arasına girer: Batının tanınmış klasik müzik eleştirmenleri, Beatles’ın ünlü şarkısı ‘Yesterday’in melodik düzeyini, Robert Schumann’ın ‘Sanatsal şarkı’ anlamına gelen ‘Lied’leriyle karşılaştırmıştı. Bu değerlendirmeyi, ‘Yesterday’ parçasını her duyduğumda hatırlarım.

Yazıyı uzatmak istemiyorum. Okurlarım bakalım ne diyecek bu ‘sıradan bir yaz günü yazısı’na?”

Bu kısa yazı bende birtakım çağrışımlara yol açmıştı, ama bugüne kadar bir türlü fırsat bulup yazamadım. Şimdi deniyorum.

Bir kez, ben de ilk gençliğimden bu yana, “saz şairlerimiz”in çalıp söylediklerini dinlemişimdir. Özellikle, onların bir bölümünü, çocukluğumdan beri dinleyerek büyüdükten sonra, Ruhi Su’nun sesi ve yorumu ile dinlediğimde nasıl etkilendiğimi anlatabilmem kolay görünmüyor. “Görkemli Altmışlar”ın ikinci yarısıydı. Örgütlü sosyalist mücadeleye ilk adımlarını atmış, daha doğrusu, onun ortasına düşmüş delikanlılardık ve Ruhi Baba’ya öykünerek söylemeye çalışırdık. En güzel söyleyenimiz ise çoğumuzdan önce o kavgaya girmiş Sinan’dı kuşkusuz.

Buna karşılık, sonradan “Türk pop müziği” olarak adlandırılacak ve çoğu düşük nitelikli ürünlere, bunların yanı sıra, popüler müziğin Batı sözcüğü ile anlatılan emperyalist dünyada yapılanlarına da neredeyse “toptancı” denebilecek bir bakışla burun kıvırırdık. Bu tutumumuzun, genellikle, doğru olduğunu şimdi de düşünüyorum.

Ancak, genellikle doğruydu tutumumuz derken, bu genellemenin dışında kalan durumlar da az değildi. Bir işçi kenti olan Liverpool’dan dört gencin oluşturduğu “Beatles”ın da bunlar arasında bulunduğunu söyleyebilirim. Birçok şarkısını beğenerek dinlediğim halde, bu topluluğun “yoz müzik”dediğimiz ve aslına bakılırsa neyin nesi olduğunu pek de bilmediğim bir türün temsilcisi olduğunu ileri sürerdim. Kime karşı? Örnek olsun, onların çağımızın Beethoven’i olduğunu söyleyen ve yurtta bizim odadaki  solculukla ilgisiz birkaç kişiden biri olan arkadaşa karşı. Ahmet Say’ın yazısındaki “Yesterday” şarkısıyla ilgili eleştirmen değerlendirmesini okuduğumda, aklıma bu gelmiş ve, hemen, Schumann’ın liedleriyle karşılaştırılan Beatles şarkılarına “Michelle”i de ekleyivermiş, üstelik listeyi daha da uzatabileceğimi düşünmüştüm. Biraz daha düşününce de, Dustin Hoffman’ın ilk kez ünlendiği,  yönetmen Mike Nichols’ın imzasını taşıyan “Graduate” filminin, bizde gösterilirken “Aşk Mevsimi” adı uydurulmuş o dönemin kült filminin müziklerini yapan “Simon and Garfunkel” adlı Amerikalı ikilinin bazı şarkılarını hatırladım. Özellikle de yıllar sonra yazdığım bir şiirin başlığında kopya çektiğim “Sounds of Silence” (Sessizliğin Sesleri) adlı şarkıyı…

Ama, popüler müzik denilen türün sevdiğim ve hatırladığım ürünlerini sıralamayı bir kenara bırakalım, çok sesli klasik müziğin dehalarından birinin her zaman dinlediğim bir eseriyle ilgili olarak yıllar önce yazdığım bir yazıyı da aklıma düşürmüştü Ahmet Say’ın söyledikleri. Yedi yılı aşkın bir süre önce, 26 Temmuz 2009’da burada yayımlanmış yazımın giriş bölümü şimdiki konumuzla bağlantılıydı. “Pathetic” başlıklı o yazının ilgili bölümünü aktarıyorum:

Bu sözcüğün dilimizdeki karşılığını aradığınızda, acılı, etkileyici, heyecan verici anlamlarının yanı sıra, sözlüklerde ilk rastladıklarınızın başında, ‘dokunaklı’ sözcüğü geliyor.

Evet, bunun uygun düştüğünü sanıyorum. Dokunaklı, diyebiliriz.

Batı dillerindeki bu sözcüğün ilk hatırlattığı ise, kuşkusuz, insanlığın en karanlık ve umutsuz zamanlarında bile karanlığın da umutsuzluğun da sürekli olamayacağını anlamasında ona her çağda yardımcı olacağı kesin görünen Beethoven adındaki müzisyenin sekizinci diye sıralanmış piyano sonatıdır. Üç bölümlü bu sonatın, özellikle, neden ortaya çıktığı tümüyle bilinmese de herhalde emek verilerek, kavga edilerek ve sonunda yenilerek ulaşılmış, ama yaşanmış olduğu için bağlılık yaratmış bir hüznü anlatan ikinci bölümünden sonra, o hüzünden hem uçarcasına sevinçli hem de anlatılamayacak kadar acılı bir kopuşu hatırlatan üçüncü bölümü, olağanüstü bir bütünlük ve karşıtlık oluşturur. Sanat tarihinde, kopuşun uçuran sevinci ile en küçük kımıltıya tahammülsüz acısını böylesine eksiksiz bir güzellikte buluşturan bir başka örnek bulunabilir mi, bilmiyorum.

Bu noktada, hemen, Brecht’i andıran bir yabancılaştırma efektini araya sokarak, şunu belirtmeliyim: Bırakalım müzik uzmanlığını, uzman bir dinleyici bile sayılamayacak biri olarak, herhalde yüzlerce kez dinlediğim bu olağanüstü müzik eserini, imkânı olan herkesin de sık sık dinlemesini öneririm. Dinleyenlerin, o çokluğa ulaşmalarına gerek kalmadan, ne demek istediğimi anlamaları, küçümsenmeyecek bir olasılıktır.

Müzik uzmanları ise, olur da içlerinden birkaçı bu yazıyı okuma felaketine uğrarsa, daha büyük bir olasılıkla, ‘Bu yorum da nerden çıktı?’ diye şaşkınlıkla burun kıvırabilirler.”

Bugünkü konumuzun bağlamı dışında olmakla birlikte, o yazının son satırlarını da aktarmazsam, hepitopu 18 dakikadan biraz uzun süren bir piyano sonatının bende neleri çağrıştırdığını çok eksik anlatmış olurum: 

“Yengilerin belleklerden bile silinmeye yüz tuttuğu bir mücadele, hâlâ sürüp gittiğine göre, müthiş acılarla dolu demektir ve bunun vazgeçilmez, bağımlılık yaratıcı, tutkulu bir hüzne dönüşmesi şaşırtıcı sayılmaz. Oysa, ne kadar zor görünse de, bu durumdan kurtulmanın yollarını bulmak ve kurtulmak şarttır; yoksa, ağız alışkanlığıyla mücadele diye söylenegelen bu süreci adlandırmak için başka bir sözcük uydurmak gerekecektir.

Bu kadarı yetmediyse, ne yapıp edip, bir yerden bulup buluşturup ‘Pathetic’ sonatı dinlemeyi yeniden önermekten başka çarem yok. Birbirini izleyecek bütün çağrışımları özgür bırakarak ve, hiç değilse, birkaç kez…”