Bir Cinayet, Bir İhbar, Bir Şiir MESUT ODMAN

Cinayet denince ve bizim ülkemiz söz konusu olduğunda, üçlü bir sınıflandırma yapmak mümkün görünüyor: siyasi cinayetler, iş cinayetleri ve bunların dışındaki nedenlerle işlenen cinayetler ya da "diğer". İş cinayetleri denince de, hiç değilse yaklaşık son bir yıldır, ilk akla gelenin Tuzla'daki tersanelerde işlenenler olduğunu söylemekte herhangi bir yanlışlık ya da abartma yoktur. En son, üzerine makine devrilip belden aşağısı felç olan işçiden önce, 11 Ağustos günü, filikalar denenirken kobay olarak kullanılan işçilerden 3'ünün ölümüne, 12'sinin yaralanmasına yol açan bir toplu cinayet olayı yaşanmıştı. Bu olaydan sonra, 15 Ağustos 2008 tarihinde, Yurtsever Cephe İşçi Birliği'nden Kemal Parlak bir suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusunda, Türk Ceza Kanunu'ndaki ilgili maddeler de gösterilerek, belirtilen günde, kasten adam öldürme, kasten adam yaralama ve iş ve çalışma hürriyetini ihlal etme suçlarının işlendiği ihbar ediliyor ve anılan suçlardan kamu davası açılması isteniyordu. Bunun, sorumluların cezalandırılması bir yana dava açılmasını sağlaması bile oldukça kuşkulu görünmekle birlikte, son derece yerinde bir girişim olduğu belirtilmelidir.

Aşağı yukarı aynı günlerde, cinayetin gerçekleştiği tersanenin kurucusu olan ve 48 yıl önce bu sektöre girmekle birlikte artık işleri kendinden sonrakilere devrettiği belirtilen iş adamının bir demeci çıktı gazetelerde. İşletmesinin daha önceki bütün denetimlerden tertemiz çıktığını, en azından gösterilen eksikleri anında giderdiğini, şimdi bütün sorunun taşeronların işi bilmeyen insanları çalıştırması olduğunu söylüyordu. Bu kadarı anlaşılıyor, ama onun dışında da bir yığın laf etmekle birlikte onları neden söylediği anlaşılmıyordu.

Gazetelerdeki fotoğrafına bakılırsa, basbayağı sevimli, tonton bir ihtiyardı. Keşke, biraz da yaşam öyküsüne yer verselermiş, diye aklımdan geçirdim. Nasıl dişiyle tırnağıyla kazıyarak, efendime söyleyeyim, sıfırdan yahut hiç yoktan bugünlere gelmiş nasıl çalışıp çabalamış, yemeyip içmemiş biriktirmiş, onca insana ekmek kapısı açmış...

O arada, pek çok "ilim adamı" ile de teşrik-i mesai yapmış, onların kıymetli fikirlerinden faydalanmıştır mutlaka. O insanların önemlice bir bölümü de sosyal ekonomi, sosyal siyaset, çalışma ekonomisi, endüstriyel ilişkiler türü adlarla anılan alandandır kuşkusuz oradan da kim bilir ne değerli hocaların yol göstericiliğine başvurmuştur. Karşılıksız değil elbet&cedil bedavaya bilim olur mu? Parayı bastırmış, ilim ve irfanı ayağına kadar getirtmiştir.

O alanın hocaları hem işçiler hem patronlar ile iyi geçinmek, hiç değilse, arayı bozmamak durumundadırlar. Bu kadarı imkânsızdır da, neyse ki, bunun gerçek hayattaki karşılığı olan hem işçi hem işveren sendikaları ile arayı düzgün tutmakta o kadar büyük bir güçlük söz konusu değildir. Öyle yapmazlarsa, biraz kıyıda köşede kalmak, "üniversite-sanayi işbirliği" süreçlerine katkıda bulunamamak kaçınılmaz bir kadere dönüşür. Bu durumda ise, ne bilim alanında ün kazanmak, ne de bu ünü taçlandıracak bir hayat sürdürmek mümkün olabilir.

Böyle düşünürken, içlerinden benim de kişisel olarak tanıdıklarımı ve özellikle de eski bir şiirde sözü edilen profesörü hatırladım.

BİR İŞGÜNÜ SONRASI

çok mu iyimser oluyorum
çok küçük şeyler peşinde miyim
bilmem ama
şöyle gösterişli bir sözde doğruluk bulurum:
bir devrimci yaşadığı her dakikadan bir şeyler öğrenir
diyelim, otelinde iki çift lâf ettiğimiz
şu sosyal ekonomi profesörü
bir parça büyükbabamı andırıyor ilk bakışta
gençlerle futboldan konuşuyor
çocuğumu özleyeceğimi anlatıyor bana
antep fıstığı ve mandalina ikram ediyor
yeni dilden hoşlanmadığına getiriyor sözü
kısacası, oturulur konuşulur bir adam sanki
hatta kimilerine sevimli bile gelebilir
ama tiksinti veriyor bana
ya kalk boğazına sarıl
ya çek git buralardan, diyorum kendi kendime
en insani yanlarını satarak yaşamış çünkü
tam bir düzen orospusu
demek, yetmiyor öteki insanlara benzemek
ötekiler gibi yemek içmek
onlar gibi oturup kalkmak
hayatın en büyük seçmesini
hayatı kıranlardan yana yapmışsa adam
hiçbir insanca kılıf
örtemiyor yüzünün karanlığını

Tam otuz üç yıl önce yazdığım ve 1995 yılında yayımlanan bir kitapta yer almış bu şiirin esin kaynağı olan profesörün adını artık yazabiliriz yazmasına da, kendisi "hakkın rahmetine kavuşmuştur", dolayısıyla halkımızın ölülerini hayırla anma öğretisine aykırı düşmemek için, yazmayalım. Zaten, büsbütün gizli de sayılmaz. Şimdi İstanbul'da, üniversiteli gençlerimizin "çeko" diye kısalttıkları bölümlerin en eskilerinden birinde çalışan bir akademisyen arkadaşımızla geçen hafta söyleşirken, bölümünün tanınmış mürtecilerinden bu muhterem zatın adını söylemiştim. Edebiyat tarihçileri, ileride bir gün, bu çığır açan şiirin bütün yönleriyle ilgili gizleri açığa çıkarmak bakımından gerekli gördüklerinde, o arkadaşımıza başvurabileceklerdir.

Bununla birlikte, işlerinin çok güç olacağını, üstelik asıl güçlüğün o akademisyeni bulmanın ötesine geçeceğini de kabul etmiyor değilim. Yurttaş sayısı ile şair sayısı arasındaki farkın sıfıra yaklaştığı bir ülkede yaşadığımızı söyleyip durmaz mıyız?