Bıkıp usanmadan…

Öyledir; bazı “şey”leri bıkıp usanmak bilmeden söylemek, anlatmak, tekrar etmek gerekir.

Bu kadarı pek genel bir anlam taşıyor; yanı sıra, her duruma uyabilirlik iddiasını ima ediyor. Oysa, her duruma uyabilirlik, söylenenlerin geçerliliğini sarsan bir iddia sayılmalı. O halde, bu saptamanın uygunluk alanını biraz daha daraltarak devam etmekte yarar var.

Toplumsal mücadelede, mücadeleyi terk etme anlamında değil, birtakım temel vurgulardan ve söylemlerden vazgeçme anlamında, bıkıp usanmaya yer yoktur. Bunun, ısrarla  vurgulananların anlaşılıp benimsenmesini kolaylaştırıcı argümanları, biçim ve biçemleri araştırmayı ve kullanılabilir kılmayı engellemesi ise mümkündür, ama kesinlikle kaçınılmaz değildir.

Benim türümün, altmışlı yıllardan beri toplumsal mücadelenin içinde bir biçimde yer almış ve hâlâ yer almaya devam eden insanların, zaman zaman kendi kendilerine sordukları sorulardan biridir herhalde: Nasıl oluyor da bunları tekrar etmekten bıkmıyoruz?

Aklımdaki asıl soru şu: Sosyalist olduğunu, şu ya da bu ölçüde adanmış olarak sosyalizm için mücadele ettiğini düşünen insanların, çok uzun süreler boyunca, hatta bir ömür boyu, hiç sosyalizm demeden, birlikte mücadele çağrısı yaptıkları kitleler önünde sosyalizmin adını ağızlarına almadan devam edip gitmeleri, böyle diyerek küçümsemiş olmayalım, uğraşıp didinmeleri ne mene iştir?

Mücadeleye yeni  adım atmış, emeklemeye çabalayan bir gençken, dört gün önce, şu her metre karesine bir polis dikseler bile bizim olmaya devam edecek Güven Park’ta, akıl almaz ve bağışlanmaz bir vahşetin katlettiği çocuklarla aşağı yukarı aynı yaşlardayken, sorgulayan aklım, buna benzer sorular üretirdi. Madem sosyalistliktir, emekçilerin düzenidir, onların yöneteceği bir ülkedir muradımız, neden bunu açıkça söylemiyoruz? Neden “bağımsız Türkiye” demek makbul de “sosyalist Türkiye” deyince bölücü ve itici oluyoruz? Hem, ülkenin şimdiki bağımsızlığından daha ileri bir bağımsızlık bu düzen hüküm sürerken mümkün mü ki, bunu yeterli görmüyor ve “tam bağımsız” diye ekliyoruz? Şu demokrasi dediğimiz ne kadar uzak ve ne kadar değerli bir erişilmezlikte duruyor ki, asıl muradımız olan sosyalizmi falan unutup, var olanı da pek öyle adlandırmaya layık bulmayarak “gerçekten demokratik” bir ülke peşinde koşuyor, bu uğurda vurulup kırılıyoruz?

Bunlara karşı çıka çıka, ama ne yazık, etkili olma derecemiz pek sınırlı kalarak, yıllar geçirdik. Hâlâ da anlatmaya devam ediyoruz. Başta dediğimiz gibi işte, bıkıp usanmadan…

Bağımsızlık, emperyalizmden bağımsızlık olarak anlaşıldığında anlam kazanır; emperyalizm ise kapitalizmin bugünkü aşaması, artık yanıltıcı olan bu sözcük bir yana bırakılarak söylendiğinde, bugünkü adıdır. Dolayısıyla, emperyalist sistem içinde kalınarak bağımsızlıktan söz etmek saçmalıktan öteye gitmez.

Demokrasi ise emekçi insanlık ve onun mücadelesi açısından bir yanılsamadır, bir akıl kırıcı ve hedef saptırıcıdır. Emekçi halkın iktidarı ve/veya yönetimi anlamında demokrasi, ancak sosyalizm koşulları altında hayata geçirilebilir.

Bunları söyleyip durduk; hâlâ söylemeye devam ediyoruz. Dinleyip de hak verenlerde ve zaten bizleri dinlemeden önce de böyle düşünenlerde bir bıkkınlık yaratması doğaldır. Doğaldır; çünkü, kendimiz de bıkmaya başladık. Lakin, buna hakkımız yoktur; bıkıp usanmadan devam etmek zorunluluğu ortadadır.

Epeydir, böyle bıkmadan karşı çıkmaya devam etmemiz gereken bir başlıkla, konuyla, durumla daha yüz yüzeyiz, iç içeyiz. Emekçi insanların kurtuluşunun en başta kimlikleriyle bağlantılı olduğu ileri sürülüyor. Bunların arasında ya da başında ise etnik kimlikler ile dinsel kimlikler geliyor. Daha doğrusu, bir düzeltme yapmalıyız, “emekçi” insanlıktan söz edilmiyor, insanlardan söz ediliyor; daha da doğrusu, insanlar da değil, bu topraklara getirerek somutlaştırırsak, Kürtlerin kurtuluşu, Müslümanların kurtuluşu konu ediliyor. Emekçiler denilen bir kategori, dolayısıyla, kapitalistler ya da sermaye sahipleri de, böyle sınıflar da yok. Evet, şu son yazdığımız sözcük hele, ne kadar arkaik, ne kadar modası geçmiş, ne kadar manasız! Sanki, “sınıf” denilince, şu çeşit çeşit okullarda öğrencilerin her gün şu kadar saatlerini geçirdikleri odalar ya da salonlardan başkası anlaşılmıyor. Sanki, şu yıkılıp gitmiş cumhuriyetimizin zavallıca iddiasıyla, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz”!

Böyle olunca, emekçi ya da kapitalist Türkler yok ortada, emekçi Kürtler ve kapitalist Kürtler de yok. Kaynaşmış bir kütle olarak Türkler, yine kaynaşmış bir kütle olan Kürtleri sömürüyorlar. Olmadı, bu sözcük de tehlikeli, akla başka şeyler getirebilir; birinciler, ikincilere zulmediyorlar. Dolayısıyla, emekçi Kürtlerle emekçi Türklerin, birlikte, Kürt ve Türk kapitalistlerine karşı mücadelesi falan söz konusu değil; Kürtler topluca, belki Türklerden peşlerine takılacaklarla birlikte ve dünyadaki demokrasi güçlerinin de desteğiyle, öyle sınıfı mınıfı, emekçiyi, kapitalisti neyim kurcalamadan kurtuluşlarını gerçekleştirecekler. Zaten, bu lafların ve onların hatırlattığı sosyalizm miydi neydi, onun, adı bile kalmadı.

Çok mu karikatürize etmiş oluyoruz? Haksızca bir gülünçleştirme mi bu yaptığımız? Hiç sanmıyorum. Ama, ne yapalım ki, bir karikatürü anlamanın en iyi yolu, ona bakmaktır. Sözle ve yazıyla anlatmaya kalkınca, böyle yetersizlikler ortaya çıkabiliyor. Üstelik, karşımızdaki tabloda bazı gülünçlükler bulunmakla birlikte, onun asıl özelliği son derece üzücü ve acıtıcı oluşu. Öyledir; çünkü, bunlara baktıkça, ülkemizin tek kurtuluşu durumundaki sosyalist cumhuriyet için etnik kimlikleri ne olursa olsun bütün emekçilerin birlikte örgütlenip birlikte mücadele etmesinin önünde ürkütücü engellerin belirdiği görülüyor.

Neye benzedikleri bir yana, bu tür düşüncelerin açık ya da örtülü biçimde ve sık sık dillendirilişi karşısında biraz daha ciddi olarak söylenebilecekler konusunda ilk aklıma gelenlerden biri şu oluyor, çok uzaklarda kalmış bir yaşantımdan yararlanarak anlatmak daha iyi olacak:

12 Mart döneminin hemen öncesindeki günlerdeydi, 1970 sonu ya da 71 başları olmalı, bizim üniversitede, başka pek çok okulda olduğu gibi sık sık boykot eylemleri gerçekleştiriliyordu. Bunlardan birinde, tam onun dersinden önce boykot ilan edilmişken, Yahudi kökenli bir Hollandalı hocamız vardı, o zamanlar henüz akıllısı üretilmemiş olan tahtaya tebeşirle şunları yazdıktan sonra çıkıp gitmişti: “Söylediklerinize katılmıyorum; ama onları söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunacağım.” Bunun Aydınlanma’nın büyük düşünürlerinden Voltaire’e yakıştırılan bir söz olduğunu biliyorduk. Bununla birlikte, hocanın tırnak içine aldığı bu sözün altına eklediği kendi düşüncesi bize daha ilginç gelmişti. “Ölünceye kadar, kısmı hariç.” biçimindeydi bu ek. Biraz işi gırgıra vuruyor, biraz da bize dokundurmuş oluyordu. Liberal eğilimli, keyif ehli, hemen hiçbir şeyi ciddiye almadığı gibi bize de pek ciddiye alınmaz  görünen bir adamdı o hocamız.

Şimdi, az önce değindiğim düşünceleri dile getirenleri gördükçe, tahtaya yazılmış Voltaire’in sözünü ve altındaki şerhi hatırlıyorum; ancak, benim yaptığım ek o eski hocanınkine göre çok daha uzun ve epeyce farklı oluyor:

“Tamam, bunları söylemek hakkınızdır; ama söyledikleriniz o kadar yanıltıcı ki, kimsenin hayatı onları söyleme hakkınızı savunmak uğruna feda edilecek kadar değersiz olamaz.”