Batıyoruz!

Muhalifler olarak sık sık söylüyoruz. Hele kendilerini düzen dışı sayanlar ile gerçekten öyle olanlar, bunu daha da keskin biçimde ve neredeyse her fırsatta söylüyoruz. Kimileyin düpedüz abartarak ve açıkça, kimileyin daha ölçülü ve az çok örtük biçimlerde yineleyip duruyoruz.

Peki, gerçekten öyle mi? Gerçekten batıyor muyuz?

Nereden baktığımıza bağlı. Batayazdığımız, batmamıza ramak kaldığı söylenebilirse de, bizden hiç umut kalmamış demek midir bu? 

Batıyor oluşumuzun kapsamında hemen her şey var, nedenler ve sonuçlar bir arada olmak üzere başlıcalarına değinirsek: iktidarın ve elbette düzenin çıkışsızlığı, kasıtlı/kasıtsız acemiliklerle yapılan ölümcül hatalar, bütün bunların emperyalist dünyanın heyula gibi  üstüne çöktüğü bir coğrafyada bulunmanın getirdiği “şanssızlıklar” ile birlikte varoluşu, güçlü bir halk direnişinin görülmeyişi ve bu arada sosyalizmi amaçlayan sınıf hareketinin yetersizliği, yurdumuz bildiğimiz ülkenin daha da karmakarışık duruma gelmesinin ve hiç de düşük sayılamayacak bir olasılıkla küçültülmesinin bir şom ağızlılık olmaktan çıkışı…

Epeyce eksikli olarak özetlediğim bu kaygılı saptamaların geçerliliğini tartışmak değil niyetim. Ayrıntıdaki bazı itirazlarım dışında, bütün bunların, gerçekçiliğin gereği olduğunu ve etkili olmayı ihmal etmeyen bir sıklıkla yinelenmesinin yerinde olduğu kanısındayım.

Bununla birlikte, bunların tümünün, hatta bırakalım tümünü, birkaçının bile bir arada akla getirdiği, en az, ikidir.

Birincisi, aydınlanma tarihimizin büyük ismi Tevfik Fikret’in çokça kullandığı sözcükle bunca “şeamet”in, bütün o uğursuzlukların, varlığının yanı sıra böylesine doğalcı bir yaklaşımla yinelenip durması, geniş halk yığınlarında, haydi biz o kadar geniş yığınlara ulaşamıyoruz diyelim, ulaşabildiklerimizde esaslı bir moral bozukluğuna, bozukluğun ötesinde bir yıkıma yol açmaz mı? Yıkımla sonuçlanabilecek bir panik yaratmaz mı? Doğruya doğru, aynı değirmene su taşıyan biri olarak, o suyu taşırken, zaman zaman kuşkuya kapıldığımı itiraf etmeliyim.

İkincisine geçmeden önce, ilkine ilişkin şöyle bir karşılaştırma yapabilirim: Çok eski yıllardan beri karşı çıktığım, zaman zaman kendim de kapıldığım için, uzak durmaya çalıştığım bir alışkanlığımız vardır. Solcular, devrimciler, komünistler olarak ne kadar eziyet çektiğimizi, ezim ezim ezildiğimizi anlatır dururuz. Yalan mıdır? Kesinlikle değildir. Hatta, kimileyin, eksik anlattığımız da olur. Ama kantarın topuzunu kaçırdığımız da olmaz değildir. O kadar ki,  bütün o tarihi yeni insanlar, emekçiler arasından yeni mücadeleciler kazanmak için dile getirdiğimize göre, eskiden beri, kazanmaya çabaladığımız insanlar, mazoşist eğilimleri yoksa, ne diye gelip de bizim kavgamıza katılsınlar sorusu aklıma takılmıştır. Öyle ya, durmaksızın çektikleri acılardan söz eden, bu acıların nasıl akıl almaz boyutlara ulaştığını dillendiren, buna karşılık, bir türlü o acılara kökten son verecek bir konuma gelememiş  insanlara bakarak, onların sözünü dinleyerek, kim onların saflarına katılır, kendisine acı vermekten hoşnutluk duyanlar dışında?

Akla takılanların ikincisine gelince, durumumuz batma derecesine ramak kalacak kadar vahimse, yepyeni, bugüne kadarkilerden, hatta genellikle bildiklerimizden çok farklı önlemler almak gerekmez mi? Herhalde gerekir, eğer “başa gelen çekilir” diyerek kaderimize razı olmayacaksak… 

Peki, o önlemlerin uygulanmasını sağlayacak alışkanlıkların yerleştirilmesi için kayda değer bir çaba gösterdiğimiz ileri sürülebilir mi? 

Bu noktada, yaygın olarak bilindiğini sandığım bir kötü örnek akıllara düşüyor ister istemez: “Faşizm geliyor” yollu doğru saptama ve uyarılar yapmış yasal partilerimizin, o uyarıdan sonra çok da bekletmeden gelen faşizmlere topu topu bir ikiyi geçmeyen malını mülkünü kaptırmaları görülmemiş işlerden değildir. Böyle yazdım yazmasına da, bu tuhaf durumun tek örneği bizim eşsiz birinci Türkiye İşçi Partimiz midir, belleğim beni yanıltıyor mu, emin değilim doğrusu.

Bu arada benim “faşizm geliyor” biçimindeki çözümlemeler ile bunlara dayalı öneri ve öngörüleri, geçmiş yılların hakkını büsbütün yememek bakımından kökten yanlış demesem de, bugünden bakarak ve en az saygıyı ihmal etmeyen bir söyleyişle, arkaik bulduğumu belirtmem fazlalık sayılır mı acaba? 

Her neyse…

Sözü bağlamak amacıyla şunu ekleyelim: Yapabileceğimiz ne varsa, bu “ne varsa”nın sınırlarını genişletme imkânlarını hep gündemin başında tutarak, yapmalıyız. Cümledeki parantez, minik adımlarla aşama aşama ilerlemek ve koşulların izin verdiğiyle yetinmek anlamında “minimalist” olamayacağımızı, bu tür yaklaşımların bizden uzak olması gerektiğini gösteriyor olmalı. 

Koşulları nesnellikten şaşmadan çözümleyebilme becerisi vazgeçilmez olmakla birlikte, onlara mahkum olmanın  devrimcilikle selamı sabahı kesmek anlamına geleceğini her zaman hatırlamak gerekiyor.