Başkanını bulan Amerika

Artık güncelliği azalmış ve çokça da yazılıp çizilmiş olmasına rağmen, birkaç ders çıkarabilir, bir iki not düşebilir miyiz, diye yazmaya kalkışıyorum. Bu arada, başlığı seçerken, layığını ya da belasını buldu çağrışımına yol açabilir, açarsa da fena olmaz, gizli düşüncesinin etkisinde kalmış olabilirim. İlk önce, “zavallı bir halk” ya da “zavallı halklar” başlığı daha etkileyici görünmüştü bana; ama, ne kadar doğru olsa, hatta sadece oradakiler değil bütün halkların zavallı durumuna düşürüldüğü bir dünyada yaşıyor olsak da, insanın eli varmıyor galiba bu kadar açık açık yazmaya. Halk dalkavukluğundan uzak durmak başka, herhangi bir sıfat eklemeden yazıldığında emekçileri anladığımız şu “halk” sözcüğünü kullanırken gereken saygıyı esirgemek başka…

Şuradan başlayalım:

Erhan Nalçacı geçen Cumartesi günkü yazısında “(…)  aylar öncesinden Trump’ın seçilebileceğini yazmıştık” hatırlatmasını yapıyor ve 14 Mayıs tarihli yazısına göndermede bulunuyordu. Erhan’ın altı ay önceki o yazısında şu cümleler de vardı: “Bu yılın Kasım’ında yapılacak seçimlerin en güçlü adayı, mizacı Türkiye’deki Ali Ağaoğlu’nu andıran Donald Trump. Daha doğrusu ABD derin devleti tarafından yeni dönemin özelliklerine göre görevlendirilmesi beklenen kişi.”

Bu satırları okuyunca benim de yine önceki bir tarihte benzer bir değinmede bulunduğumu hatırladım. Aradım, çok daha önceymiş, bir yıl olmuş; demek, partilerin adayları kesinleşmeden çok önce, 20 Kasım 2015’te, burada şunları yazmışım:

“(…) emperyalist ülkelerde şafak atmış görünüyor; tam o noktada değillerse de çok uzağında sayılmazlar. Geçen gün, onların en başındaki Amerika’nın yeni başkan adaylarından, milyarder Trump’ın bir konuşmasına tanık oldum. Bu yoksulların zenginlerin üzerine saldırdığından, onların önlenmesi gerektiğinden söz ediyor ve kanıt olarak kitleler halinde gelen göçmenlerin bileşimine bakın, çocuk var mı, kadın var mı, hepsi de genç erkekler, türü sözlerle bunun sinsi bir planın parçası olduğunu, gelenlerin zengin ülkeleri ve bu arada onların kadınlarını ele geçireceklerini ima ediyordu. Kanıt olarak ileri sürdüklerinin gerçeklere aykırılığına mı takılırsın, çıkardığı sonucun abukluğuna mı, artık herkesin o anki keyfine, sinir katsayısının düzeyine kalmış! Söylenenlere bakılırsa, bu çatlak milyarderin aday seçimi öncesindeki toplantıları büyük ilgi görüyormuş. İlgi gösterenlerin küçük bir bölümünün kafa bulmak için izlediklerini varsayabiliriz; ama büyük bölümü, destek olmayı, belki de oy vermeyi düşünüyorlardır. Hatta, başkan Trump! Olur mu olur; ayrıca, yakışır da!”

Şimdi, aradan bir yıl geçtikten sonra, yakışıp yakışmadığına bakarken, şu yere göğe sığdırılamayan demokrasinin, hele hele onun en zengin, en kudretli versiyonu olarak belletilegelmiş Amerikan demokrasisinin bazı yanlarını da kim bilir kaçıncı kez hatırlamış olalım.

Adayların birkaç özelliğiyle başlayabiliriz.

Önce kazanan: Ne ülkesinde ne bizde ve dünyada bu kadar tanınmışken, bir yıl önceki yazımızda değinilen iki belirgin özelliği var ve bunlar, zenginlik ile çatlaklık, aradan geçen sürede hemen hemen bütün dünyada açığa çıktı artık.

Ocak ayında yemin ederek görevine resmen başlayacak olan yeni ABD başkanı, büyük bir zengin; başka bir deyişle, sermaye sınıfının önde gelen üyelerinden. Belleğimde yanlış kalmadıysa, kendi ülkesindeki zenginlik sıralamasında 156’ıncı, dünyanın en zenginleri arasında ise ilk 250’ye giriyor. Bunun pek sık rastlanmayan bir durum olduğu söylenebilir. Kapitalist sınıf her zaman siyaseti etkileyici yönlendirici, belirleyici konumda olmakla birlikte, tek tek bu sınıftan bireyler genellikle doğrudan politikanın içinde yer almazlar. Şöyle de söylenebilir: Alışılmış deyişle “politikaya atılan” ve orada az çok etkili yerlerde bulunanların zenginleşmesi olağandır da, zenginlerin politikaya atılması o kadar olağan sayılmaz. Hatta dilimizdeki “Bal tutan parmağını yalar.” deyiminin bu durumların ilki için pek uygun düştüğü ve sıkça kullanıldığı bilinir.

Emlak kralı yeni başkanın, kendinden öncekilerde pek görülmeyen ya da hiç görülmeyen bir başka özelliği de var: Politikayı belli bir süre birincil iş edinme ve valilik, senatörlük, temsilciler meclisi üyeliği ya da bu tür konumlardakilerin danışmanlığı benzeri siyaset sahnesinde önemli yerlerde bulunma anlamında “siyaset sınıfı”ndan gelmeyişi. Aynı özelliği taşıyan bir başka örnek bulmak için ta ellili yılların başına kadar gitmek gerekiyor; 1952’de yine Cumhuriyetçi Parti’den başkan seçilen Dwight D. Eisenhower da aday olup seçildiğinde bu tür bir geçmişe sahip değil, sadece bir asker. Ama o İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, Sovyetler Birliği’nin ve Kızıl Ordu’nun biraz daha kayıp vermesi için bin bir türlü oyalamadan sonra, Batı Avrupa’dan harekete geçen müttefik ordularının başındaki komutan olma unvanını taşıyordu; bir bakıma, pek kahraman görmemiş Amerikalıların “savaş kahramanı” idi. Ayrıca, daha sonra başkan Truman’ın inisiyatifi ile, NATO’nun ilk başkomutanı olmuştu. Savaş politikanın başka araçlarla devamıysa eğer, Ike kısa adıyla anılan bu generalin siyasal bir geçmişinin olmadığı söylenemez.

Biraz da kaybeden adaydan söz edelim. Kazanabilseydi, bir önceki nasıl ilk siyah başkan idiyse, o da ilk kadın başkan sayılacaktı. Sayılacaktı, diyorum; çünkü Bayan Clinton’ın kadın olduğunu ileri sürmek o kadar da kolay görünmüyor. Amerikalı kadın seçmenlerin yüzde 42’si de böyle düşündüklerinden olmalı, bu kadın görünümlü adaya değil de, kendi cinslerine pek ağır aşağılamalar ve hakaretlerle seslenen emlak kralına oy vermişler. Herhalde nedeni böyle açıklanabilir; değilse, o büyük kitlenin tümünün olmasa bile önemli bir bölümünün mazoşist eğilimler taşıdığı akla gelir ister istemez. Ya Rousseau’nun şu sözleri, “Köleler zincirleri içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler; köleliklerini sever olurlar”, onlar hiç mi akla gelmez?

Bu tür kadın görünümlü olmakla birlikte, öyle demek için bin tanık gereken bir örneği biz de yaşamıştık. Tarihimizdeki ilk kadın başbakanın, kendisini önceleyen erkeklerden en bilinen  farklı davranışı olarak, siyaset literatürümüze “köftelemek” deyimini kazandıran ikna yöntemini hatırlamıyor muyuz? Hani, partisinin milletvekillerinin kritik konulardaki desteklerini sağlamak için, bire bir görüşmeler yapar ve muhatabının elini iki elinin arasına alarak çok inandırıcı  kanıtlarını ustalıkla sıralarmış ya, işte o yöntemi kastediyorum.

Neyse, yeniden şu kudretli Amerikan demokrasisine dönelim.

Hillary Clinton başkanlığı kaybetti; ama henüz tüm ayrıntılarıyla kesinleşmemiş sonuçlara bakılırsa, başkan seçilen rakibinden yaklaşık yüzde oranı olarak 1 puan kadar daha fazla oy almış; bu fark oy kullanan Amerikalıların aşağı yukarı 1 milyon 200 bin küsuruna karşılık geliyor. Bu da o şaşılası demokrasi cennetinin cilvelerinden biri işte. Benzer bir cilve, 2000 yılındaki seçimde de ortaya çıkmış ve oğul Bush, demokrat rakibi Al Gore’dan toplamda daha az oy almasına rağmen başkan seçilmişti. İkinci Bush, daha birinci yılını doldurmadan karşılaştığı ikiz kuleler şokunu izleyen dönemde, izlediği sertlik tutumuyla kamuoyu yoklamalarında çok yüksek destek sonuçları elde ettikten sonra, Afganistan ve Irak’ta girdiği savaşlar sonunda, bir de 2008’deki büyük finans krizinin etkisiyle aynı destek yerlerde sürünür olmuş; kısacası, iki dönem ve 8 yıl süren devri iktidarında Amerikan tarihinin en çok ve en az desteklenen başkanları arasında yer alma başarısını göstermişti.

Bitirirken, birkaç sonucu ya da demokrasinin çöküşünün bildik göstergelerinden bazılarını yazabiliriz.

Bir kez, bizdeki politikacıların “milli irade” adını vererek yücelttikleri, ama her fırsatta tecavüz ederek cehennemlik olmaktan çekinmedikleri kutsalın pek de hükmü kalmamış gözükmektedir. Çoğunlukta olanın değil azınlıkta kalanın başa gelmesi durumu, sadece oyların dağılımıyla bağlantılı olarak değil, sandıkta çok oy almış olanın çeşitli biçimlerde engellenmesi ya da alaşağı edilmesiyle de ve küçümsenmeyecek bir sıklıkta ortaya çıkabilmektedir

Öte yandan, kutsallaştırılan iradesi türlü yol ve yöntemlerle ayaklar altına alınan milletin pek ona sahip çıktığı, dolayısıyla o irade özgürce ortaya konmadan olmaz denilen demokrasiye beş paralık değer verdiği de yok sayılır. O kadar ki, bu kutsal iradesini ortaya koymaya, göstermeye bile eriniyor. Eriniyor mu, başka bir sözcükle üşeniyor mu, yoksa kendisine hayrı olmadığını anladığı, hiç değilse sezdiği bu oyuna katılmaktansa başka uğraşların ardına mı düşüyor, tartışmaya açık olmakla birlikte, şurası artık belli olmuş durumda: Farklı siyasal-kültürel coğrafyaların bir ortalaması olarak söylendiğinde, eğer oy kullanma zorunluluğu yoksa ve birçok etken bir araya gelip şöyle ya da böyle bir seçim yapmak gerekir yanılsamasını yaratmamışsa, her iki seçmenden biri gidip oyunu veriyorsa biri oralı olmuyor. Emlakçinin kazandığı son seçimde de aşağı yukarı böyle bir katılım olmuş. Dolayısıyla, Amerikalı seçmenlerin dörtte birinin oyu ile başkanlık koltuğuna oturacak bir büyük patron sahneye çıkmış bulunuyor.

Bir de Amerikan demokrasisinin uç noktadaki sadeleştirme eğilimine değinilebilir. Aşırı bir kibarlıkla sadeleştirme dediğime onlar iki partili sistem diyorlar. Bizdeki kâğıt üzerinde sayıları üçe beşe çıkabilen daha çok partili siyasal sisteme, isterse aralarında fark olmasın ya da en az düzeyde kalsın, dayanamıyorlar. Bizdeki kadar bir sadeleştirme onlara yetmiyor; ille de uç noktaya götürecekler. Uç nokta ikidir elbette; çünkü, ikiden de az olursa, ona ne seçim denebilir, ne de demokrasi!

Bizim Türkiye ilericiliği, büyük bir bölümüyle demokrasi dininin müminleri arasına katılmadan önce, buna “tahterevalli oyunu” derdi. Bu oyunun vazgeçilmez koşulu, tahterevallinin iki ucuna oturacakların, başta ağırlık olmak üzere, birbirine benzer özellikler taşımalarıdır; yoksa, oyun yürümez, oyunculardan biri hep ya da genellikle aşağıda biri hep yahut ötekinden çok daha uzun sürelerle yukarıda kalırsa, olmaz. Hele üçüncü biri daha gelip oyuna katılmaya kalkışırsa, işte o hiç olmaz.