Amiral gemisinin eski kaptanından

Bu alışkanlık, git gide, bizim divan edebiyatımızın kalıplarına dönmeye mi başlıyor, nedir?

Başlığı yazıyorsun, ardından, onunla polemiğe giriyorsun. Alışkanlık dediğimse, kendimle ilgili; benim bildiğim, bir yaygınlığı yok.

Hayır, divan edebiyatındaki mazmunlarla birebir benzetme yapıyor değilim elbette; sözünü etmeye çalıştığım, oradan bildiğimiz, kalıplarla konuşup yazmak, bunun kolaylığı ve sınırlı bir yaratıcılıktan fazlasını gerektirmeyen etkililiği. Bu yolla anlatımda sağlanabilecek yararın küçümsenemeyeceğini  belirtmek istiyorum. Yoksa, orada böyle bir kalıp olduğunu iddia etmiyorum; edebilseydim, kendi çapında bir ses getirebilirdi.

Buraya kadar yazdıklarımı bir bilmece olmaktan kurtarmak üzere, daha fazla gecikmeden, yazının başlığıyla polemiğe girmeliyim.

Başlıkta, iki bakımdan, itiraza çok açık noktalar var. Birincisi, nereden geldiğini, ilk kimin kullandığını hiç bilmediğim ”amiral gemisi” yakıştırması. Bunu Hürriyet adındaki günlük gazeteye ilk kez ve ne zaman kimin yakıştırdığını, yakıştırırken gerekçelerinin ne olduğunu hatırlamıyorum. Kendi  başlığıma itirazımın ilki, bununla ilgili. Bu gazete gerçekten amiral gemisi olmuş mudur? Ne zaman olmuştur? Bu amiral gemisi kimin donanmasına, oradaki hangi filoya önderlik etmektedir ya da bir zamanlar etmiştir?

İkinci itiraz, dünkü yazısıyla dikkatleri çeken eski kaptanın bu unvanının ne kadar gerçeğe uygun olduğuyla ilgili. Bilmeceleri adım adım çözerek gidersek, Ertuğrul Özkök’ün her zaman pek böbürlendiği yirmi yıllık “genel yayın yönetmeni” unvanı, kaptan anlamına gelir mi? Gelse bile, haydi benzeterek anlatalım, bildiğimiz denizlerdeki gemilerin kaptanları ne kadar bağımsızdır, medya denizlerindeki gemilerin kaptanları ne kadar? Gemilere kaptanları ne kadar hükmeder, patronları ne kadar?

Şu son sorduğum soruyla, aslında, Özkök’ü kolladığım ileri sürülebilir. Öyle bir niyetim olmadan yazmıştım, ama büsbütün temelsiz de sayılmaz; çünkü, çok eskiden beri tanışıklığım olduğunu söyleyebilirim. Dostluğumuz diyemem, merhabamız olduğunu bile hatırlamıyorum; ama aynı mevkutede yazmışızdır, onun etkisiyle midir, bilmem, iltimas geçmiş olabilirim.

Söz oraya geldi, belki de ben bilerek getirdim, şimdi bunu anlatmam gerekiyor, bu iş ya da işyeri arkadaşlığını. Kendim de unutmuştum aslında, oradaki yazılarımdan bazılarının da yer aldığı bir kitabımla ilgili derleme yaparken, galiba 1999 yılında, o sıralar çalışmakta olduğum işyerinde 1975-78 dönemi Yürüyüş dergisi ciltlerini uzun bir masaya yaymış karıştırıyorduk; şimdi aramızdan göçük bir arkadaşım da bana yardım ediyordu. Her sayıyı bir bir tararken, karşılıklı iki sayfada benim ve bu kaptanın yazılarına rastlayınca, “Abi, dünya halini görüyor musun, şimdi sen nerelerde uğraşıyorsun, o nerelerde?” diye takılmıştı. O sıralar, yanlış hatırlamıyorsam, Özkök kaptan köşkünde oturuyordu. Yoksa, öyle mi sanıyordu?

Her neyse, laf sokuşturmayalım. Ama biraz daha buradan devam edelim. Bizim o zamanlar “Fransız ekolü” diye takıldığımız arkadaşlarımız ve bu takılmanın bir nesnel bir de öznel yanı vardı. Nesnel yanı şu: Üç kişilik bu ekolü oluşturan arkadaşların üçü de doktoralarını Fransa’da yapmışlardı, üçü de o zamanki Türkiye İşçi Partisi’nin yanındaydılar, Özkök dışındaki ikisi üye ya da üye kadar yakındılar. Öznel yan derken de şunu kast ediyorum: Biz bu yakıştırmayı yaparken, onların, Fransa Komünist Partisi ile simgeleştirdiğimiz bir yumuşaklık, daha ciddi anlatırsam, hiç makbul saymadığımız bir avro komünist eda içinde olduklarını ima etmiş oluyorduk. Her biri için ne kadar geçerli olduğu tartışılır; ama yarı şaka yarı ciddi bir tür genelleme denebilir. Öteki iki arkadaşımız daha sonra profesör oldular ve uzun süredir ülkemizin önde gelen üniversitelerinde hocalık yapıyorlar. Kuşkusuz, pek çok anlaşmazlık noktalarımız vardır, ama onlarla yakınızdır, bu bir; ikincisi, buradan çıkan sonuç şudur ki, bizim “Fransız ekolü”nün en az ikiye bölünmüş olduğunu söylemekte herhangi bir yanlışlık yoktur.

Ne yazık, Özkök’ün gazetesinin dünkü sayısında yayımlanan yazısından aktarmalar yapamayacağım. O gazeteyi düzenli olarak izlemiyorum ve köşe yazarlarını internette okumakla ilgili kayıt kuyutlara da uymuyor ve okumuyorum. Yazıdan haberim olmasına yol açansa yine eski bir arkadaşım; ama, bu kez, öyle merhabamız olmayan biri değil, tam tersine, 1977-78 yıllarında çok yakın dostluğumuz olmuş, birlikte çalıştığımız, ama gazetecilikte değil bambaşka bir işte birlikte çalıştığımız, Ayşenur Arslan. Onun, eskiden beri, önemli bir işim yoksa, bakalım bizim Ayşenur kimi konuk edecek, mahallesinin hangi konu başlıklarına değinecek diye göz atmadan, kimileyin de sonuna kadar izlemeden edemediğim programında okurlarken dinledim Özkök’ün dün yazdıklarını.

Aslında, hiçbir yenilik yoktu; hem yazının içeriğinde, hem de sahibinin tutumunda. İçeriğinde yenilik yoktu; dibin de dibi olur mu sorusunu sorar ve bu sorunun çok daha gelişkin yanıtlarını yıllardır dile getirenlere yaklaşan biçimde “oluyormuş demek” anlamında yanıt verirken, kendisinin de son zamanlarda birden çok kez yaptığını yapıyor ve memleketin berbat durumunu vurguluyordu. İçeriğinde yenilik olmadığı gibi, yazarının tutumunda da  yenilik yoktu. Dibin de dibini görmüş ülkemizin mutlaka çıkışı bulacağına yönelik umudunu dillendiriyor, ama bunun ne tarihsel ne güncel dayanaklarını belirginleştirebiliyordu; hatta, belirginleştirmek bir yana, büsbütün belirsizleştiriyor ve umudunu temelsiz bir inanca dönüştürüyordu.  Ayrıca, yanlış hatırlamıyorsam, arada gözden kaçmış olabilecek önemli bir değinme de vardı; bu durumun son beş yılda ortaya çıktığını söylüyordu. Böyle bir sınırlama olduğunu çok açık hatırlıyorum da, süre beş yıl mıydı, orada bir tereddütüm var. Sonuç olarak, bütün akepe, başka bir anlatımla, “dibin de dibi” durumunun doğrudan ya da dolaylı, bilinçli ya da bilinçsiz destekçileri için geçerli olan günah çıkarma gerekçesi işte: Desteklediysek, bir sorun bakalım, neden destekledik. Başlangıçta hiç de böyle değillerdi, nerden bilelim!

Amiral gemisinin, eski ya da eskitilmiş, her iki nitelemenin de uygun düştüğü kaptanından daha fazlası beklenir mi? Bu soru, gerçekçiliği bir yana, bir zamanlar pek kısa sürmüş de olsa doğru bağlanmalar içine girmiş bir insana en az hoşgörünün gereği, gereği değilse bile, ürünü olarak kabul edilebilir.

Bu kadarı yufka yüreklilik için bile fazla oluyor, diyecekler karşısında ise kendimi savunabilir miyim, bilmem.