Alamet ile kıyamet

Başlığa kısaltılarak yazılmış olsa bile, hemen anlaşılmıştır. İşte o alametle gidilen kıyamet bu. Yalnız, küçük bir düzeltme ile birlikte tekrarlamakta yarar var; çünkü, güncel durumdaki alamete pek de gönüllü olarak ya da bu sözün kaynağı olarak aktarılan olaydaki zürafaya binmiş Osmanlı uyruklarının yaptıkları gibi “merak saikiyle” ve bile isteye binildiği pek söylenemez, dolayısıyla, “bindik” yerine, “bindirildik” demek daha gerçekçi olabilir.

Bu arada, madem ucundan kıyısından değindik, bari tümünü yazalım kısaca da olsa.

Efendim, padişahın birine küffardan bir zürafa gönderilmiş hediye olarak, hayvancağız Gülhane Parkı’nın oralarda bağlı iken berduşun biri üstüne atlamış, bir söylentiye göre de berduş değil gelip geçen ahali sıraya girmek suretiyle, paldır küldür koşturur dururlarmış. Artık, anlatanın yalancısıyız, o berduş mu ahaliden şansını deneyenler mi, hangisiyse, etraftan kaygı dolu gözlerle izleyenlere can havliyle seslenmişmiş: “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!”

*     *     *

Şimdi, dün ve daha önceki birkaç günde gerçekleşmiş olaylardan bir tür kolaj yapmaya çalışacağım. Kendimi tutamadığım durumlar dışında, herhangi bir yoruma kalkışmadan… Ama, alamete mi bindirilmişiz, gittiğimiz yer neresidir, bunlarla ilintili elbette. Pek ustalıklı bir seçme yapacağımızdan değil, tümüyle rasgele de seçsek aşağı yukarı aynı kapıya çıkar; olup bitenler yorumu o kadar gereksizleştiriyor işte…

*     *     *

Eski ve yeni “tarafsız” bakanlar açıklandı. Eski derken, benim hatırladığım, 1960 Anayasası’ndan bu yana, belki daha eskiden beri yapılan bir uygulama. Genel seçimler sırasında, seçim dönemine girildiğinde, içişleri, adalet ve ulaştırma bakanları istifa ederler ve yerlerine “tarafsız”, bundan partili olmayan anlaşılır, bakanlar atanır ve böylece seçimin herhangi bir partinin lehine olmayacak biçimde gerçekleştirilmesi sağlanmış olur. Dikkatli ve sabırlı gazeteciler tersine uygulamaların örneklerini de çok eski yıllardan bulup çıkarabilirler belki, ama uzun süredir bu uygulama şöyle oluyor: Adı geçen bakanlar istifa ediyorlar ve yerlerine onlar tarafından atanmış, dolayısıyla uzun süredir onların emrinde çalışmakta olan müsteşarları getiriliyor ve bu kahraman bürokratlar da inanılmaz bir tarafsızlıkla seçim boyunca eski patronlarının ne dediklerini hiç takmadan işi götürüyorlar. Bu kez de bunlara, cumhurbaşkanının yetkisi çerçevesinde gidilen “tekrar seçim” dolayısıyla kurulan geçici hükümete bakan vermeme ya da olmama tavrı gerekçe gösterilerek atanmış yeni tarafsız bakanlar eklendi. Bu tarafsızlar arasında, herhalde en önemlilerinden biri, içişlerine bakacak bakan hakkında en az bilgi ise şöyle: Bu zat, 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarını zamanında önleme becerisini gösteremeyen, 1 Mayısların ve Haziran eylemlerinin şedid ve çapkın emniyet müdürünün yerine, artık bürokraside hiçbir anlamı kalmamış deyişle, “sıralı amirleri”nin üzerinden uzun atlama yaptırılarak önce Aksaray Valiliğine, oradan da başbakanın özel uçağıyla aldırtılarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirilmişti. Tam da, neden bakanlık müsteşarı değil de bu, türü sorular akla gelirken, “bunları en şedid biçimde cezalandıracağız” demecini patlattı ve aşağı yukarı aynı anda, Galatasaray Lisesi önünde barış gösterisi düzenlemek isteyenler üzerinde bu şiddetin sergilendiği fotoğraf kareleri ortaya düştü.

İşte böyle bir seçime gidiliyor.Gökte, yerde, yer altında bombalar patlıyor ve kutsal sandıklar hazır ediliyor. Daha önce bir benzeri olmuş muydu? Ben hatırlamıyorum.

Amma ve lakin, endişeye ve telaşa mahal yok. Milli Güvenlik Kurulu dediğimiz saygıdeğer organımızın bir yığın böyle tarafsız bakanın katılımıyla yaptığı en son toplantının ardından açıklanan bildiriden anlıyoruz bunu. Şöyle denmiş: Milletimizin iradesini tam bir serbestlikle ortaya koyabilmesi için gereken tedbirler alınacaktır. Şimdi gel de araya münafıkça bir yorum sıkıştırma: İyi güzel de, bu yüce milletimizin birkaç ay önce ortaya koyduğu irade pek o kadar serbest değil miydi?

Yoruma devam etmek zorundayız; çünkü, az önceki yorum için münafıkça yerine safça demek daha doğru. O değerli kurulumuzun alınmasından söz ettiği önlemlere ilişkin birtakım işaretler daha önce ortaya çıkmıştı. Hatta, ben de 21 Ağustos’taki yazımda söz etmiştim. “Taşımalı seçim” deniliyordu. Kim, neyi, nereye taşıyacak? Nasıl taşıyacak? Taşıyınca nasıl olacak? Böyle bir yığın tuhaf soru akıllara geliyordu. Ayrıca, şimdi, şunları da ekleyebiliriz: Böyle kan gövdeyi götürürken, bu sandıklar, oylar, taşımalar, getirip götürmeler nasıl olacak? En sonunda, iş o yazımda andığım “açık oy, gizli sayım” ilkesine varmayacak mı? Üstelik, devlet büyüklerinin en son “ihbar edin” buyruklarına bakılırsa, seçim öncesinde ve sırasında, tırnak içine alarak yazıyorum, aynen böyle ihbarlar gırla gidebilir, “seçmen kılığına girmiş teröristleri” ihbar etmek üzere kuyruğa giren ya da birbirini çiğneyen vatansever vatandaşlarla nasıl başa çıkılacaktır? Yoksa, bu da amaçlanan tablolar arasında mıdır?

Olabildiğince yorumsuz olay aktarımına devam edelim.

Üç yaşındaki Suriyeli bir Kürt bebenin kumsala vuran ölü bedenini sergileyen bir fotoğraf düştü dünkü sayfalara ve ekranlara. Bütün “insanlık” ayaklandı adeta. O arada, onların ayrılmaz parçası Davut’un oğlu, seçkin akademisyen başbakanımız taşı gediğine koymakta gecikmedi ve demecini patlattı: Bunun artık uluslararası dengeler bilmem ne diye geçiştirilecek tarafı kalmamıştır, bu artık bir insanlık sorunudur. “İşte başbakan dediğin böyle olmalı!” diyen birçok yurttaşımız olmuştur bu demeci öğrenince. Ancak, onların büyük bir bölümünün aklına şu da gelmiştir mutlaka: “Bu lafları, Şam’daki o ünlü camide ağabeyinle birlikte kılacağınız Cuma namazının ardından bu çocuğun ve daha pek çoklarının toplu cenaze namazlarında dile getirmeniz beklenirdi, ama ne çare, kader!”

Derken, yine dünkü tarihte, şan, şeref ve kan içinde yaşamakta olan milletimizin futbol takımının bir küffar takımı ile, mukaddes şehir Konya’da yapacağı müsabakayı şereflendirmeleri önceden planlanmış cumhurbaşkanı ile başbakanın bu kararlarından vazgeçtikleri bildirildi: Açıklanan gerekçe  “şehitler” idi. Bir bakıma, doğru olabilir; rakip zayıf, ezip geçeceğiz ve tribünleri dolduran ahali şenlik yapacak. Bu da şehitler için tutmamız gereken yasa yakışmaz. Ama, bir sonraki Hollanda maçında olsaydı, karar değişmeyebilirdi; gidip seyredebilirlerdi. Kazanmamız zor; üzüleceğiz ve bu da, kendiliğinden, yasla birleşebilir. Neyse, yine fantezi yorumlara girdiğimize göre, biraz daha gerçekçisini yapalım. Davutoğlu pek yaşamamıştır ama, Erdoğan yaşayarak öğrenmişti, biliyoruz: İster kapalı salonlarda, ister büyük stadyumlarda tribünleri dolduranların sağı solu belli olmaz; ıslıklar, protestolar derken iş çığırından çıkabilir. İyi de, Konya’da bile bundan çekiniyorlar mı? Bu da, her türlü yorumun ötesinde, gerçeğin kalbine yönelen bir soru olsa gerek.

Dünkü tarihli bir haber daha aldık: Haziran 2013’te, başkentin göbeğinde, Güvenpark’ta Ethem’i tabancasıyla vurarak öldürdüğü görüntülü kanıtlarla ortaya çıkmış olan, davanın tutuklu sanığı polis memuru tahliye edildi.

İşte böyle, isteyen istediğini ekleyebilir.

*     *     *

Devam ederek bitireceğimiz yerde bir profesör var, bir sosyoloji profesörü. Saçı sakalı ağarmış, ağarmak ne söz, pamuklaşmış. Konuşuncaya ya da yazıncaya kadar, hatta ondan sonra da konunun özüne gelinceye kadar, her cinsten ve her meşrepten insana, pek sevimli görünebilir. Biraz daha bilgi verelim. Hem sosyolog, hem profesör, hem de Kemalist sosyal demokrat yahut sosyal demokrat Kemalist. Ayrıca, profesör dediysek, sadece 67 yaşını geçeli epey olduğundan değil, eskiden beri, hocalıktan uzaklaştı, gazete yazarlığı ve  yöneticiliği yapıyor.

Her zaman yaptığım gibi adını vermeyeceğim bu kişinin dünkü köşe yazısı, diktatörlere ve onlara karşı mücadeleye ayrılmıştı. “Dünyanın bütün demokratlarını birleşmeye” ve “dünyanın bütün diktatörlerini korkmaya” davet ederek başlayan yazı, “Panama’da Noriega’dan … Almanya’da Hitler’e… Rusya’da Stalin’den… Kuzey Kore’de Kim Jong-Un’a”kadar bir sürü diktatörü sayıp döktükten sonra, çok delikanlıca bir meydan okumayla sona eriyordu: “Bütün diktatörler birleşin de gelin bakalım… Demokratlar sizi bekliyor sandık başında”. Sona ermiyordu da, iki nokta üst üste koyduktan sonra, şu iki dize ile bitiyordu:

Felek bütün zulmünü toplasın gelsin
Dönersek kahpeyiz demokrasi yolunda bir azimetten

İşte bu son satırları okuduktan sonra, hele dur bakalım, dedim kendi kendime. Tribünler, daha doğrusu, onların çoğunluğunu oluşturan en yeteneksiz grupları, genellikle sezon başlarken, “yeni beste”ler ortaya atıp taraftarları bunları söylemeye zorlarlar. “Beste” dedikleri genellikle çok bilinen birtakım şarkılara yazılmış farklı sözlerdir. İşte, şampiyon olacağız, ananızı bilmem ne yapacağız, falan filan… Hayır, elbette saygıdeğer profesörümüze böyle yakışıksız imalarda bulunuyor değiliz. Ancak, tribün jargonuyla “yeni beste” yaptığı dizeler, büyük vatan şairimiz Namık Kemal’in çok bilinen “Hürriyet Kasidesi”nden bir beyittir. Aslı şöyledir:

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin 
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Günümüz Türkçesine çevirmeye gerek yok; aşağı yukarı anlaşılıyor. “Esbab-ı cefa” dediği, her türlü sıkıntı, üzüntü, eziyet, şu bu… “Azimet” ise gidiş, tutulan yol…

Neden bu kadar sinirlendim, bilmem. Demokratlığını böyle kimsenin erişemeyeceği, büyük bir erdem olarak ileri sürmesine olabilir mi? Belki. Oysa, demokrattan çok ne var ortalıkta! Soralım bakalım, canımıza okuyan onca kalabalık içinde demokrat olmadığını söyleyen çıkar mı? Olsa olsa, başına “Hıristiyan”, “Müslüman”, “sosyal” benzeri sıfatlar ekleyerek kabullenirler.

O halde, yazıldığından beri bir efsane olmuş “Hürriyet Kasidesi”nin en etkileyici birkaç beytinden birinin kullanılışına bozulmuş olabilirim. Bu nedenle olmalı, biraz köprüaltı ağzı olmasına aldırmadan, bu tür için uygun olacağını düşündüğüm bir tekerlemeyi yazmadan edemeyeceğim:

Aferin oğlum Ahmet

Sen bu yolda devam et.