Ak ile Kara

Geçen gün önde gelen üniversitelerimizden birinin müştemilatı sayılabilecek bir mekânda panel izleyiciliği yaptım. Konuşmacılardan biri, artık profesörlük rütbesine yükselmiş, bir zamanlar parti başkanlığı da yapmış olan eski bir sol siyasetçi idi. Aramızda çok fazla yaş farkı olmamakla birlikte, yine de benden bir sonraki kuşaktan sayılır. Kendisini ilk kez böyle bir ortamda dinliyorum: Öteki konuşmacılar da profesör biri kendi yaşlarında öbür ikisi daha kıdemli.

Bu efendiliği her halinden belli, halim selim görünüşlü, mütevazı insanı dinlerken canım sıkılıyor. Üzüntü duyuyorum. Yazıklanıyorum.
Efendiliğinden dolayı değil elbette. Halim selim görünüşünden de değil siyasal önderlik konumlarına yakıştırmakta zorlansam da öyle insanlar bana hep sevimli, yakın, kendimden görünmüştür. Üzülmeme yol açan, yukarıda sıraladıklarımın üçüncüsü: tevazu. Alçak gönüllülük diyoruz şimdilerde, ağırbaşlılık ile birlikte söyleyince tam karşılığını bulmuş oluyoruz sanki.

Neyse, mütevazı ya da alçak gönüllü bir çocuk, diyelim. Sorun da burada başlıyor. Biraz düzelterek yazarsak, bu görünümün doğal bir uzantısı olduğu izlenimi veren, hiçbir şey söylememe ya da incir çekirdeğini doldurmadan konuşup zamanını doldurma hali ile devam edip pekişiyor.
Sol, hiçbir şey söylemeden, hem söyledikleri hem yaptıkları ile incir çekirdeğine sığarak zamanını doldurma hastalığıyla malul durumdadır.

Kuşkusuz, oldum olası değil ama epeydir öyle.

“Sol” dediğimiz de, o yafta ile piyasaya sürülmüş ve/veya çıkmış olmakla birlikte bizim öyle saymamakta yerden göğe kadar haklı olduklarımız değil onların yapıp yapamadıklarından bize ne! Bizim gündemimiz, adamakıllı sol olanlar, devrimciler. Kendimize böyle bir paye biçmek çok fazla böbürlenme sayılmazsa, biz, hepimiz işte.

Asıl sorulması gerekenleri sormadan, kimi kez sormayı akıl edemeden, kimi kez akıl edip doğru yanıtları bulamadan, dolayısıyla asıl yapılması gerekenlerin ya yanına bile yaklaşamadan ya da yapmaya soyunup beceremeden, düşe kalka yürüyoruz. Ne kendimizin, ne çok yakınımızdakilerin, ne de bize biraz daha uzaktan da olsa mutlaka bakan ya da bakacağını umduğumuz halkımızın ufkunu açması, sorularını karşılaması, umudunu ayakta tutması mümkün olabilecek bir yığın sözle, sadece söz değil üstelik, işle, eylemle de zamanımızı dolduruyoruz.
“Zamanını doldurmak” iki anlamdadır burada. Daha doğrusu, iki ayrı özne için farklı anlamlardadır.

Biri, biz ölümlüler için. Bütün o sözleri yazıp söyleyen, bir yığın işi yapıp eden ya da, kim bilir, yapıp eder görünen veya yapıp eder sanarak huzur bulan bizler, deyimin ilk akla gelen anlamıyla “zamanımızı doldurmak” ile meşgulüz galiba. Bunu erken anlamak imkânsızlık ölçüsünde zor iş işten geçmeden anlamaksa ortalamanın epey üstünde bir kavrayış gücünü, bu kadar da yetmez, kendine karşı alabildiğine acımasız olmayı gerektiriyor.

Öteki anlam, biz ölümlülerin oluşturduğu ve tek tek alındığında aynı ölümlülük özelliğini sürdürmekle birlikte, tümü birden, anonim olarak düşünüldüğünde ölümlü demenin uygun düşmediği siyasal topluluklar, hareketler, örgütler için ortaya çıkıyor. Onlar da, daha değişik biçimde, zamanlarını doldurmakla yetiniyorlar. Yalnız, birincilerden farklı olarak, onların zamanlarını doldurmaları yok olma anlamına gelmiyor. Yoksulluk ile zorbalık, eşitsizlik ile adaletsizlik, hepsinin ürünü olan ezginlik ile mutsuzluk hiç sona ermediği, dolayısıyla, bunlardan kurtulma umudu hiç tükenmediği için mücadele de hiç bitmiyor. Sadece geleceğe dönük bir beklentiyi gerçekleştirmek için değil, her günkü değersiz ve ezici hayatı sürdürebilmek için bile mücadele etmek şart oluyor. Bu şartı yerine getirmeden yaşayamayanlar toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok oldukları için de o çokluk ne kadar dehşet verici ölçüde boşa geçirirse geçirsin, ne zaman bitiyor, ne de topluca bir tükeniş gerçekleşiyor.

Ama, sonuç olarak, hangi nedenle ve nasıl olursa olsun, her birimiz tükenip gidiyor, her birimizin toplamının oluşturduğu hepimiz de değişik yer ve zaman kesitlerinde kırımlara, yıkımlara, bozgunlara uğradıktan sonra akıl sır ermez bir dayanıklılık ve inat sınavından geçercesine, ya kimileyin silkinip toparlanarak ya da onu bile yapamadan kör topal devam ediyoruz.

Buraya kadar yazılanları yazının başlığı ile eşleştirmeye kalktığımızda, besbelli, bunlar kara oluyor tablonun kara yanını oluşturuyor.

Yetinmeyip kapkara diyenler de olacaktır. Doğru. Kara, hatta kapkara.

Peki, ak olan hangisi? Biraz ipucu vermekle birlikte, onu daha söylemedik.

Ak olan, en azından karalığı ya da karanlığı biraz aralayan ise şu olabilir, yahut şimdilik sadece şudur: Bütün bunlara ilişkin bir farkındalık varsa ve buna rağmen, bunlar ezberlerde yazılıyken hâlâ kavgaya devam ediliyorsa, demek, “her yer karanlık”sa bile, ister kocaman görelim ister küçücük diyelim, ışıklarla dolu bir yer de yok değilmiş.

O yere bakılarak, o yer genişletilerek, oradan güç alınarak yürüyüş sürdürülecektir.

Altmışına gelindiğinde Nâzım’la birlikte söylenebiliyorsa, tamamdır, mesele yok, sürdürülecektir:

Yaşım altmış

on dokuzumdan beri bir düş görürüm

yağmur çamur yaz kış

uykuda uyanık

takılmış düşümün peşine yürürüm.

Neleri alıp götürmedi benden ayrılık

kilometrelerle umut, tonlarla keder,

taradığım saçlar, sıktığım eller.

Bir düşümle ayrılmadık.

(…)

Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin

ekmeğimin katığıydı sürgünde

her biten akşamdaydı, her başlayan günde:

ulu kurtuluş düşü memleketimin.