Ahlak Çökerken

Marksizm bir ahlak öğretisi değildir. Bunun da ötesinde, Marksizmin temel önermeleri bir ahlaka ya da ahlak öğretisine dayanmaz kendisi bunu reddeder. Bununla birlikte, Marksizmin bir ahlakı, hatta diyerek devam edelim, bir ahlak öğretisi vardır.

Buraya kadarki birkaç cümle, Marksizm komiserlerinin ya da ortodoks bir akademizmin nesli tükenmiş ilke bekçilerinin itiraz edemeyecekleri kadar doğrudur söz konusu edilen dünya görüşünün oluşturduğu gerçekliğe uygundur.

Devam etmeden, Marksizm yerine sosyalizm ya da komünizm de diyebileceğimizi eklemekte yarar var en azından kendi açımdan böyle, çünkü yazarken ve konuşurken bunları aynı anda ve birbirinin yerine kullanmak, alışkanlıklarım arasındadır. Dolayısıyla, öyle yaparken bazı muhataplarımda kendimle ilgili olarak yarattığıma benzer bir titizlik eksikliği izlenimi burada da ortaya çıkarsa, aldırış edilmemelidir bu tür bir izlenimin sadece görünüşte olduğu düşünülmelidir.

Bu arada, şunu da not etmeden geçmeyelim: Sosyalizm kadar birbirinin karşıtı ya da birbiriyle benzeşmez yaklaşımlara, önermelere, iddialara sahip olmakla suçlanmış, eleştirilmiş bir başka ideoloji ya da dünya görüşü yahut siyasal akım herhalde az görülmüştür çok fazla yüksekten atmış olmamak için böyle dediğimizin, görülmemiştir demenin yaratabileceği aşırı iddialı havadan sıyrılmak için elimizi biraz ürkek tuttuğumuzun okuyan herkes farkındadır, sanıyorum.

Şimdi, soru şudur: Bizim yakın atalarımızın pek naif, bugünün koşullarında o ölçüde de gerçekçi deyişiyle "ahlakın sukut ettiği" bir zamanda, ahlak çökerken, sosyalistlerin "bizimki öyle ahlaki bir öğreti değildir, ahlak kurallarından kaynaklanmaz, bilimseldir" türünden söylemlerde ısrarcı olmaları doğru mudur? Böyle demekte, hem ideolojik hem de siyasal anlamda bir yerindelik var mıdır?

Bana sorulursa, yoktur.

Neden doğru ya da yerinde olmadığına ilişkin birkaç gerekçeyi hemen ileri sürebiliriz

Bir kez, karşımızda, kurulu düzene yönelik eleştirilerini egemenlerin, yönetenlerin ve genel olarak insanların ahlaksızlıklarına, kötülüklerine, bilgisizliklerine, eğitimsizliklerine bağlayan ve hem emekçilerin hem aydınların aklını çelen utopya peşinde sosyalistler, böylelerinden oluşan bir akım yoktur. Olmadığı için bütün o insanları ve kendimizi bu tür bir eğilimin zararlı etkilerinden koruma kaygısı da büsbütün yersizdir.

Öte yandan, ömrünü çok uzatmış bir kapitalizm, onun ölüm döşeğine kadar gelişmiş aşaması olarak emperyalizm, iyi/kötü, doğru/yanlış, haklı/haksız, adaletli/adaletsiz ve benzeri değer yargılarını, daha hayatın içinden hareket ederek söyleyelim, sıradan insanların yaşamaya direnirken dayanacakları tutamak noktalarını karmakarışık, daha da kötüsü, ters yüz etmiştir.

Belki de, şu son cümlede bir yanlışlık var: Ters yüz etme, daha da kötüsü değil, kötünün iyisidir çünkü, bazı durumlarda, buradaki tersliği doğrultmak yetecektir ve bu bulamaç halindeki bir karmakarışıklığın içinden çıkmaktan daha kolaydır.

Ayrıca, iyi ve kötü kavramlarının çağlar, yöreler, insan toplulukları değiştikçe değiştiğini çoğu zaman da birbirinin karşıtı olduğunu, dolayısıyla bu tür kavramlara mutlak, değişmez anlamlar verilemeyeceğini, eskiden iyi olanın bugün kötü, bugün doğru olanın yarın yanlış olabileceğini söylemek, sosyalizme uygundur, tamam. Ama, böylesine tozun dumana karıştığı, geçim derdi ile can derdi aynılaşmış milyonlarca emekçinin bir biçimde yaşamaya çabaladığı bir tarifsiz rezillikler çağında bunu söyleyip durmak ve sadece bunu söylemek, söyleyeni hangi konuma yerleştirebilir? Şu iki konumdan birine: Ya hiçbir ölçü ve ölçüt gözetmeden çıkarını yürütüp götürenler safına ya da onlardan olmasa bile ne dediği anlaşılmaz, çıkıntı, züppe, ama bütün bunlarla birlikte toplasan bir avucu geçmezler arasına...

Oysa, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, haklı ile haksızın ayırt edilmesinde birtakım ölçütlerimiz vardır ve bunların dile getirilmesi gerekir. Sözgelimi, şuna benzer söylemlerimiz, anlatımlarımız, açıklamalarımız olmalıdır.

Geçen yaz, kitlelerin politikaya ilgilerinde seçim dönemlerine özgü göreli bir artış yaşanırken, onlarla bire bir ilişki kuran militanlara yardımcı olmak üzere hazırlanmış ve emekçi insanların sıkça yönelttikleri sorulara verilebilecek cevaplarla oluşturulmuş bir broşürdeki "Patronlar hep kötü insanlar mıdır?" sorusuna karşılık yazdıklarım arasında şöyle satırlar da bulunuyordu:

"(...) işçilerin ürettiği değerin bir kısmına patronlar tarafından el konulması, sömürü anlamına gelir. (...) sömürünün kötü olduğu ve pek çok başka kötülüğün de kaynağı olduğu besbellidir. Ama bunun patronun iyi ya da kötü insan olması ile bir ilgisi yoktur. Diyelim, herhangi bir patron, fakirlere sadaka verse, hayvanları sevse, acı olaylar karşısında iki gözü iki çeşme ağlamadan duramasa, kısacası onu tanıyanlar tarafından genellikle iyi bir insan olarak kabul edilse bile, 'ben bu sömürüden vazgeçeyim' diyemez. Çünkü, o zaman, üretimi devam ettiremez, kendisi de patron olmaya devam edemez. (...) Sonuç olarak, bir patronun iyi insan olabilmesinin tek koşulu, patron olmaktan vazgeçmesidir. Tek bir patronun kendi isteğiyle patronluktan vazgeçmesi çok zor tüm patronların bunu yapması ise imkânsızdır. O yüzden, işçiler, emekçiler onların patronluğuna son vermek suretiyle bu kimselerin de iyi insan olabilmeleri için kendilerine bir şans tanımış olurlar".

Evet, sömürüyü ortadan kaldırmak, sömürücülerin bu güç ve yeteneklerini ellerinden almak: Yeni bir ahlak için, iyiliğin üstün gelmesi için gerekli koşul budur. Yeterli koşul ise bundan çok daha fazlası olacaktır.