Açlar, Çürüyenler, Baş Kaldıranlar MESUT ODMAN

Bunlar, üç ay kadar önce, 23 Temmuz akşamı bir kenara kaydettiğim notlardı birkaç gün sonra, bir bölümünü, kapalı bir toplantıda paylaşmıştım. Belki de, güncelliği büsbütün ortadan kalkmadan, yazıya dökmekte yarar olabilir.

Üzerinde düşünülmesini ve boşlukların doldurulmasını kışkırtır diye dağınık notlar halinde bırakıyorum. Ayrıca, biraz çekidüzen vermenin ötesinde, değiştirmeden yazıyorum çünkü, bunu gerektirecek yeni verilere ya da düşüncelere ulaşmış değilim.

Halkımızın çok bilinen bir deyişiyle başlanabilir: Tok açın halinden anlamaz. Burada felsefi bir derinlik aramaktansa, bilimsel bir bulgudakine benzer kesinliği görmek gerekir.

Devam edelim. Aç insanın tek düşüncesi, hayali, umudu bir lokma ekmektir. Bunu, daha gerçekçi bir anlatımla, şöyle de söylemek mümkündür: Aç insanın birincil amacı, açlıktan ölmesini önleyecek bir parça yiyecektir.

Acından ölmeyecek kadar karnını doyuranın ikinci düşüncesinin ne olacağını ise kimse bilemez daha doğrusu, bu düşüncenin ne olacağı bilinemese de, büyük bir değişkenlik ya da oynaklık göstereceğini kestirmek o kadar güç değildir.

Öte yandan, her defasında ölmesini önleyecek bir somun ekmeği kucağına koyan biri varsa, aç insanın, o eli koparması neredeyse olasılık dışıdır. Bu önermeyi de daha doğrudan bir anlatıma dönüştürecek olursak, şöyle diyebiliriz: Hep doyurulan ve böylece acından ölmekten kurtarılan aç insanı, kendisini doyurana karşı kışkırtmak, çok güç bir iştir.

Açlar çoğaldıkça, doğal olarak, tokların aç kalma korkusu da çoğalır. Durumdan hoşnut olmayıp değişim peşine düşenler için daha da kötüsü, kimsenin acından ölmemesi ve bunu kendisini aç bırakanlara borçlu olmasıdır.

Konu açlardan çürüyenlere getirildiğinde, önce şunu saptamak gerekir: Çürüme ile açlık arasında bir ilişki vardır. Ancak, çürüyenler açlardan ibaret değildir. Bunu biraz daha geliştirerek anlatmak da mümkün: Sürüp giden açlığın çürümeye dönüşmemesi hemen hemen imkânsızdır bununla birlikte, çürüyenlerin sayısı açların sayısından çok daha fazladır.

Çürümenin sonu yoktur. İnsan soyu söz konusu olduğunda, çürümenin sınırı bulunmadığı gibi, hangi kılığa bürüneceğini de önceden kestirmek kolay değildir.

Devrim için, devrim yapabilmek için çürümeden şu ya da bu ölçüde nasibini almamış yığınlar bulmanın mümkün olmadığı bilinmekle birlikte, bugün bizim ülkemizdeki derecede ve yaygınlıktaki çürümenin ondan tiksinerek, ürkerek, kaçınarak devrime katılacaklara olduğu kadar karşı koyacaklara da kaynak oluşturduğu açıktır. Hangi tarafa daha çok yarar sorusu spekülasyona yarar. Ancak, ikincilerin, devrime karşı koyacakların o kaynaktan çok daha büyük bir kolaylık ve yoğunlukla yararlanmaları, "eşyanın tabiatı icabı"dır.

Çok yaygın ve ileri derecede olduğu saptamasının tartışma götürmediği çürüme olgusunun panzehirini aramak gerekirse, gerekmekle birlikte bunun pek de verimli bir çaba olmayacağı bilinmek koşuluyla, bu panzehir, devrimin kadrolarındaki arılık ile yetkinlik bütünleşmesinden başka nerede bulunabilir?

Burada konu baş kaldıranlara gelmektedir.

Baş kaldıranların başında gelenlerin, baş kaldırdıkları düzenin pisliğine en az bulaşık olmaları ya da bu "en az bulaşık olma derecesi" ne ise o kadar temizlenmiş olmaları şarttır.

Pisliğe hiç bulaşmamış olmak mümkün görünmediğine göre, kişisel bir arınma sürecinin gerekliliği ortadadır. Ancak, bunu sağlamak, sadece kişisel irade ve çaba ile gerçekleşemez uygun bir örgütsel ortam ve kolektif destek de gerekir.

Kolektif bir arınma sürecini yaratmaya çalışmanın, tarikatlaşmaya ve tarikat ayinlerine yol açma olasılığı yüksektir. Bu yüzden, tehlikeli ayrıca, başarı şansı pek az olduğu için de boşuna olduğu eklenmelidir. Öyleyse, yapılması gereken, böyle bir süreci yaratma yönünde özel çaba göstermek yerine, bu sürecin bir bakıma kendiliğinden gerçekleşmesinin koşullarını oluşturmaya, en azından, bu koşulların ortaya çıkışına engel olmamaya özen göstermektir.

Baş kaldıranlar, hayal kurmayı ve gerçekçi olmayı, bu ikisini tek bir kişilik özelliğine dönüştürmeyi başarmak zorundadırlar.

Bir de, düzenin adamları var. Onlar için yaptığım, ilk ortaya çıkışı şimdi aktaracağım yazılı hale getirilişinden de daha eski bir değerlendirme şöyleydi: "(...) Türkiye burjuvazisi, hemen herkesin açıkça görebildiği ve kendisinin de artık kanıksanmış bir çaresizlik olarak kabullendiği bir siyasi kadro yoksulluğu içindedir. Bu sonucun ortaya çıkmasında, (...) uzun bir süre boyunca, hep sopa göstererek ve sık sık da sopayı kalkan başlara indirerek yönetebilmiş olmanın payı vardır." (Türkiye için Sosyalist Seçenek, NK Yay. Sol Meclis Dizisi, İstanbul, Nisan 2002, s. 115.)

Kadro yoksulluğu, var olan kıdemli ve kıdemsiz bütün kadroların en temel, en ilkel niteliklerden yoksunluğu demektir. O kadar ki, bu sözcüklerin zaten uçtaki anlamlarını, başlarına "en" getirmeden yazmaya elimiz varmayarak, daha da uca götürebiliyoruz.

Niteliksizlik, amansız bir sömürü ve baskı altında sürüleştirilmiş geniş yığınlar için de geçerlidir. Dolayısıyla, düzenin siyasi kadrolarının niteliksizliği kendileri açısından bir sakınca ya da engel yaratmamaktadır. Tersine, sürü ya da burada ihtiyaç duyduğumuz anlamı kitle sözcüğünden çok daha iyi aktarabilen yığın, "benzeşerek yakınlaşma" diye adlandırabileceğimiz bir eğilimle, kendi niteliksiz kabalığının bir kopyasını, daha doğrusu, izdüşümünü gördüğü yahut hissettiği bu kadroları ve önderlerini tercih etmektedir. Tercih etmenin en kolay, en zararsız görünen, en az cesaret isteyen yolu ise oy vermektir.