Yeni gazetecilik ve Doğan Grubu’nun AKP şaşkınlığı

Her çağın öne çıkan, değer kazanan ve belirleyici olan kurumları bir "felsefesi", estetik anlayışı ve yaşam tarzı vardır. İnsanlığın içine girdiği yeni tarihsel dönem, biraz da moda olan kavramlarla belirtirsek, "iletişim ve bilgi çağı" diye tanımlanıyor. Bu çağın en etkili güç ve iktidar araçlarından biri de kuşkusuz medyadır. Burada kastedilen, her türden basın ve yayın organları değil yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası ölçekte etkili, büyük ve belli bir sermaye gücüne yaslanan medya gruplarıdır. Elbette, gazeteler ve diğer iletişim organları geçmişte de önemli bir güçtü. Ancak, medyanın bugün ulaştığı güç geçmiştekiyle kıyaslanamaz. Bugün medya, hem gücü ve iktidarı elinde tutanların en etkili ideolojik aracı hem de güç ve iktidara ulaşmanın vazgeçilemez yollarından biridir.

Bu nedenle yükselen, iktidardan pay isteyen, gücün ve servetin yeniden paylaşımını talep eden her kişi, kesim, çevre ve sınıf günümüzde bu sektöre girmeye çalışmaktadır. Aynı nedenle, son 20-25 yıldır Türkiye'de medyanın mülkiyet yapısı ve sermaye bileşimi hızlı bir şekilde değişme uğramıştır. Kara ya da kayıt dışı para sahipleri, mafya ve büyük iş çevreleri bile hem meşruiyet kazanmak hem de ekonomik ve siyasal bir sıçramayı gerçekleştirmek için medyaya yatırım yapmaktadır.

Farklı yanları bulunmakla birlikte Aydın Doğan, doğrudan medya eksenli bir yükselişi simgeliyor. Doğan, Türkiye'nin en büyük basın tekelini yönetiyor. Medyanın yüzde 50’sine yakınını kontrol ediyor. Reklam pastasının büyük bölümünü alıyor. Gazetecilik ve televizyon yayıncılığı dışında finans sektöründen ticarete, sanayicilikten tarım işletmeciliğine kadar hemen her alanda iş yapıyor. Bu yapısıyla Doğan Holding Türkiye'nin en büyük sermaye gruplarından biri durumundadır.

Gazeteci tipinin dönüşümü
Başka birçok meslekten farklı olarak gazetecilik faaliyetinin malzemesi toplum ve insandır. Bu, somut bir insandır üstelik. Bu nedenle, çok fazla bilince çıkarılmasa da, gazetecilikten beklenen şey toplumun vicdanı olmasıdır. Bu aslında gazetecilik mesleğinin de en kısa tanımıdır.

Gerçeği karartmadan, haberi eğip bükmeden ve gazetecinin bağımsızlığını ihlal etmeden yayıncılık yapılmasını istemek bu mesleğin ilkelerinin "kaba" bir özeti sayılabilir.

Gelgelelim basının yaşadığı yapısal dönüşüm, sermayeye ve iktidarlara eklemlenme durumu ve büyük bir iktidar gücü haline geldiği mevcut ortam, kaçınılmaz olarak gazetecinin tipini de dönüştürdü. Halkın içinde yaşayan, onun sorunlarına duyarlı, entelektüel, edebiyatla iç içe, sanata eğilimli ve idealist gazeteci tipi artık geriye itildi. Grup çıkarlarına bağlı, iktidar ve güç odaklarıyla bağlantılı, toplumsal sorumluluktan yoksun, mesleki dayanışma ruhundan uzak ve kişisel pazarlık yapan gazeteci tipi ise giderek medya ortamına hâkim olmaya başladı.

Söz uygunsa, medyada "insan kalitesi" hızla düştü. Günümüzde revaçta olan derinliksiz, entelektüel donanımı sınırlı, sanata uzak, modacı, trend peşinde koşan, ülke sosyolojisine hâkim olmayan, tarih bilgisinden yoksun, dünya gündemini ancak "spotlar" düzeyinde izleyen bir gazeteci-yazar tipidir. Bu gazeteci tipi kariyerini donanımına, birikimine, yeteneğine ve mesleki başarılarına güvenerek değil iktidara, askere, polise, sermaye çevrelerine vb. yakınlığı ya da uzaklığına göre yapmaktadır.

Bir kariyer örneği olarak E. Özkök
Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök bu gazeteci tipinin nasıl oluştuğunu kendi mesleki kariyerine ilişkin bir örnek vererek adeta itiraf etti. Özkök, yaklaşık 20 yıl önce yaşadığı bir olayı anlatırken şunları yazıyordu:

“Hürriyet’in o günkü sahibi Erol Simavi, gazete kâğıdı üzerindeki fon kesintileri yüzünden çok kızdığı Başbakan Turgut Özal’a zehir zemberek bir açık mektup yazmıştı. Bu yazıyı Hürriyet’in o günkü Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç kaleme almıştı. (…) Ben Özal’a çok yakın bir gazeteciydim ve bu yazıyla hiç mutabık değildim. Yazıya hem Hürriyet okurlarından hem de Özal’a kızan çevrelerden çok büyük destek geldi. Ama ben Ankara temsilcisi olarak çok mutsuzdum ve Özal’la bütün ilişkilerimin koptuğuna inanıyordum.

“O akşam saat 23 sularında evimin telefonu çaldı. ‘Başbakanlık Konutu'ndan’ aranıyordum. Özal, ‘Ne yapıyorsun’ diye sordu. ‘Çok üzgünüm Sayın Başbakan, bunun olmasını hiç istemezdim’ dedim. ‘Boşver, sen şimdi beni dinle’ dedi ve arkasından beni hayretler içinde bırakan şu sözleri söyledi: ‘Sen şimdi gazetenin tepesindeki bu yazıya bakıp, Başbakan Hürriyet'i sildi, artık benim telefonuma bile çıkmaz diye düşünürsün. Hayır. Hürriyet ve sen başkasın, İstanbul'daki o iblisle, Zürih'teki o iblis başka. Bana her gün telefon edeceksin ve ben de her gün senin telefonuna çıkacağım.’ (…) Öldüğü güne kadar ne zaman arasam telefonuma çıktı ve onunla bu ilişkim, gazetecilik kariyerimde yükselmeme çok büyük katkıda bulundu.” (Hürriyet, 1 Ekim 2009)

Evet, Ertuğrul Özkök aynen böyle yazıyor “Özal’la ilişkim, gazetecilik kariyerimde yükselmeme çok büyük katkıda bulundu”... Özal’ın “İstanbul’daki iblis” dediği kişi Çetin Emeç, “Zürih’teki iblis” dediği kişi ise Erol Simavi. Yani biri Özkök’ün o denemde Ankara temsilciliğini yaptığı gazetenin sahibi, diğeri de genel yayın yönetmeni. Özkök, biri patronu olmak üzere iki çalışma arkadaşına yapılan bu hakarete hiç sesini çıkarmamış.

Şimdi sormak gerekiyor dönemin kudretli iktidar lideri ile hangi türden bir ilişki Özkök’ün gazetecilik kariyerinde hızla yükselmesini sağlamış? Nasıl bir işbirliği yapmış iktidar sahipleriyle? Bu çalışma tarzını daha sonraki iktidarlar ve başbakanlarla da sürdürmüş mü? Bu durum kendisinde bir alışkanlık yapmış mı? İktidar sahipleriyle bu ilişki biçimini gazetecilik ilkeleri ve etiğiyle nasıl bağdaştırıyor? Gazetecilik kariyerinde yükselmek isteyen meslektaşlarına da bu yöntemi önerir mi?

Bu soruları çoğaltmak mümkün…
Üstelik Ertuğrul Özkök, “Ben, bazı gazetecilerin bana ‘Özköşk’ adını takmasına neden olacak kadar Özal'a yakın bir gazeteciydim” de dediği bu yazıyı, “jurnalcilik” yaptığını ileri sürdüğü başka bazı gazetecileri eleştirmek amacıyla yazmış. Yani bir tür gazetecilik etiği hakkında kaleme alınan bir yazı bu… İyi mi?

Öyle anlaşılıyor ki, bu gazetecilik anlayışı ve çalışma tarzı Türkiye’nin çok satışlı gazeteleri ve reytingi yüksek televizyonlarının tepe yöneticilerinde bir alışkanlık halini almış durumda. Bir iktidar gücü olarak yükselen medya ve bu sektörün üst düzey yöneticileri ve patronları yürüttükleri bu “ahlaksız ilişki” üzerinden çıkarlarını ve ülkeyi uzunca süre ortaklaşa yönettiler. İmtiyaz elde ettiler, bunu paraya ve güce tahvil ettiler.

AKP iktidarının farkı
Ancak, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden sonra ortaya beklenmedik bir tablo çıktı. ABD ve AB’nin de desteğini alan AKP, seçim sistemindeki çarpıklıklarının da bir sonucu olarak büyük bir sayısal çoğunlukla hükümete tırmandı. Ortaya çıkan yeni durum, İstanbul burjuvazisi ve büyük medya ile servetten ve iktidardan daha çok pay talep eden taşra burjuvazisi ve muhafazakâr sermaye çevreleriyle (AKP hükümeti üzerinden) zoraki bir uzlaşmaya gittiler.

Başlangıçta her şey iyi gitti. Ancak bu durum geçici bir dengeye işaret ediyordu. Çünkü AKP, dünyanın içine girdiği yeni dönemde Ortadoğu ve merkezi Avrasya’da önemli bir misyonun taşıyıcısı olarak ortaya çıkmıştı. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin kilit kurumlarından biriydi ve bu nedenle esas olarak rejimi dönüştürmek gibi bir hedefe sahipti. Ilımlı İslam projesinin kilit örgütüydü.

Bu nedenle AKP hükümeti küresel mali sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda sınırsız bir neo-liberal ekonomik politika uyguladı. ABD’nin bölge siyasetlerine kayıtsız şartsız bir destek verdi. Böylece başta ABD olmak üzere Batı’nın desteğini sağladı ve bu desteğe yaslanarak iktidar alanını adım adım genişleten bir strateji uyguladı.

Yolsuzluk ekonomisinin fütursuzca uygulandığı bu dönemde muhafazakâr ve İslami sermaye büyük güç kazandı. Servet el değiştirmeye başladı. Devlet kurumlarında yoğun bir kadrolaşmaya gidilerek, önce hükümet olmaktan iktidar olmaya sıçrandı, ardından da yasalar değiştirilerek ve kurumlar ele geçirilerek “Cumhuriyet’in kazanımları” kazınmaya ve rejimin karakterinin dönüştürülmesi yolunda tayin edici adımlar atılmaya başlandı.

AKP hükümeti daha önceki iktidarlara hiç benzemiyordu. Yeni bir iktidar tipiyle karşı karşıyaydı Türkiye. İstanbul ve Marmara burjuvazisi bir parça şaşkındı. Merkez medya da… Oysa İslami sermaye çevreleri nelerin olup bittiğinin farkındaydı. Örneğin MÜSİAD’ın eski Başkanı Erol Yarar, Türkiye’deki bu değişimi tarif ederken, “toplumun muhafazakârlaştığını ve bir anlamda sermayenin de gerçek sahiplerinene yani Müslüman değerlere sahip kesime geçtiği” görüşünü açıkça savunuyordu. (16 Eylül 2009, Milliyet)

Medyaya operasyon ve trajik ‘yanaşma’ şaşkınlığı
Artık sıra medyaya gelmişti. İlk operasyon ülkenin ikinci büyük medya gücüne, Sabah-ATV Grubu’na yapıldı. Çünkü Sabah-ATV Grubu kolay lokma durumundaydı. TMSF’nin denetimindeki Sabah-ATV Grubu görülmemiş bir uygulama, usülsüzlük ve “iş ahlakına” sığmayacak bir kararla ve kamu kaynaklarından karşılanan 750 milyon dolara Katar Emiri’nden sağlanan 350 milyon dolar eklenerek AKP’ye yakın olan ve enerji sektöründe yatırımları bulunan işadamı Ahmet Çalık’a satıldı.

İslami ve yandaş medya zaten önemli bir güç kazanmıştı. Ancak alınan mesafe medyanın tam olarak denetime alınması için yetmiyordu. Çünkü medyanın yüzde 50’sine yakın bölümünü kontrol eden Aydın Doğan Grubu yerinde duruyordu.

Oysa Doğan Grubu gazeteleri ve televizyonları uzunca süre AKP iktidarını desteklemişlerdi. Bu gazete ve televizyonların yöneticileri AKP hükümetinin Türkiye’yi demokratikleştirdiğini, AB üyelik sürecini başarıyla yürüttüğünü ve başta Kürt sorunu olmak üzere, ülkenin temel sorunlarının çözümü doğrultusunda büyük adımların atıldığını savunuyorlardı. Örneğin bu gazette ve televizyonlar, Ergenekon soruşturmasına da “ülkenin sivilleşmesi ve darbeler döneminin kapanması” gibi gerekçelerle tam destek verdiler.

Durum dramatikti. Bir yanda islamcı ve muhafazakâr gazette ve televizyonlardan oluşan yandaş medya vardı, diğer yanda da kendilerine “merkez medya” denilen ve omurgasını Doğan Grubu gazete ve televizyonlarının oluşturduğu ‘yanaşma’ medya.

Oysa artık AKP Doğan Grubu’nun desteğine ihtiyaç duymuyordu. Çünkü hem böyle bir ihtiyacı duymayacak kadar güç kazanmıştı hem de ileride böyle bir destek ihtiyacına mecbur kalmamak için tedbir almak gereğini görüyordu. Dolayısıyla bu grubun faydacı ve konjonktürel desteğinin yerine tam itaat istiyordu. Çünkü Birinci Cumhuriyet’i sonlandıracak bir tarihsel eylemi yürütürken medya dünyasında da tam bir alan hakimiyeti sağlamak zorunluydu. Ne olur ne olmazdı… AKP’nin bir tökezleme anında hiç beklenmedik yerden kendisini vurabilirlerdi. Onlara güvenilemezdi!

Oysa Ertuğrul Özkök gibi gazete yöneticileri eskiden olduğu gibi ellerindeki büyük medya gücünü kullanarak ya da işbirliği yaparak çıkarlarını ve ülkeyi Ankara’nın hakimleriyle birlikte yönetebileceklerini sanıyorlardı. Aydın Doğan buna mecburdu. Çünkü enerji sektörüne de girmiş, POAŞ’ı alarak bu alanda büyük bir hamle yapmıştı. Hükümetle iş yapıyordu ve devlete hâlâ büyük bir borcu vardı. Medya dışı işleri nedeniyle uzunca süre iktidar karşısındaki bağımsızlığını yitirmişti. Oysa bütün gücünün göreceli de olsa “bağımsız” olmaktan geçtiğini unutmaması gerekiyordu.

Ve beklenen hamle geldi Doğan Grubu’na dünyada örneği pek görülmemiş, ana serveti ve sermayeyi yok edecek bir vergi cezası kesildi. Yaklaşık 3 milyar dolar (eski Türk parasıyla 4 katrilyon lira) tutarındaki bu ceza Doğan Grubu’nu çökertecek düzeydeydi. Doğan Grubu’nun manevraları işe yaramamıştı. Enerji şirketine daha önce kesilen yaklaşık bir milyar dolar tutarındaki usülsüzlük cezası uzlaşmayla halledilmiş ama bu kez (hiç belli olmaz ama) böyle bir yolun kapalı olduğu yönünde izlenim edinilmişti. AKP yanaşma değil yandaş istiyordu.

Ertuğrul Özkök ve Doğan Grubu’nun diğer yöneticileri, AKP’ye destek veren şöhretli yazar ve programcıları şaşkındı. Türkiye’de yeni muhafazakârlığın öncü isimlerinden ve ülkedeki gericileşmenin mimarlarından biri olan Turgut Özal’ı bile arar olmuşlardı.

Gerçi Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’a “iblis” dememiş, onu sadece Amerikalı gangster “Al Capone” benzetmişti. Bu iki benzetme neredeyse aynı anlama geliyordu ama öyle anlaşılıyor ki Ertuğrul Özkök bir gece yarısı başbakandan boşuna telefon bekleyecekti.