Türkiye'nin yeni 'Fetret' dönemi-2

Bu yazının ilk bölümünde ortaya attığım tezleri şöyle özetlemek mümkün Türkiye’nin yeni Fetret dönemi sona erdi. Soğuk Savaş sonrası egemen sınıflar arasında ortaya çıkan yön ve program farklılaşmasının yol açtığı rejimin tepesindeki siyasal çatışma şimdilik sonlandı…

Kaldığımız noktadan devam edersek eğer AKP-Cemaat koalisyonu, 60 yıla yayılan karşı devrim sürecini sonlandırmış, kendilerini destekleyen ve büyüten merkez sağ güçleri yer yer içererek yer yer de tasfiye ederek devleti ele geçirmiş görünüyor.

Özetle ‘Birinci Cumhuriyet’ dönemi artık kapanmış durumda.

Burada önemli bir saptama daha yapmak gerekiyor bütün bunlar olup biterken görüldü ki, aslında devlette “Kemalist bürokrasi” diye bir şey yok. Daha doğrusu böyle bir kategori devlet içinde uzunca bir süre kalmamış. Bu iddia liberal bir efsaneden ibaret ve esas olarak avanak solcuları avlamaya yarıyor.

Çünkü, Soğuk Savaş sürecinde (esas olarak 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de) tasfiye edilen “Sol Kemalistler”den sonra “Sağ Kemalist” kesimlerin tasfiyesi de büyük ölçüde tamamlamış görünüyor. (Bilindiği gibi Yargı ve TSK’da ortaya çıkan sınırlı direniş de kolaylıkla bertaraf edildi.)

Cumhuriyet’in başlangıç ilkeleri ve kuruluş varsayımları ile İslamın şeriatı arasında alınacak bir ortalamaya yaslanan yeni siyasal ve hukuksal düzenin –ki buna ılımlı islam diyebiliriz- kurulmasının bütün sancıları yaşanıyor.

***

AKP-Cemaat ttifakının kendi hayatlarına ihanet eden liberallerin desteğiyle kazandığı zafer veya başarı son derece kırılgandır. Şimdilik bu “zafer” her an dengelerin değişmesine yol açabilecek zayıf bir üstünlük sağlamanın ötesine geçememiştir.

Toplumsal fay hatlarında şiddetli kırılmalara, dolayısıyla büyük altüst oluşlara yol açması halinde –ki böyle bir olasılık yüksektir- yeni bir düzenleme ihtiyacı doğabilir. Türkiye’nin küresel kapitalist sistem içindeki konumunda yaşanacak büyük bir kaymayı da bu yeniden düzenleme ihtiyacını kaçınılmaz hale getirecek etkenler arasında saymak gereklidir.

Çünkü, AKP-Cemaat ittifakının aldığı bütün mesafeye ve toplumun dinselleştirilmesi yolunda yaşanan büyük değişime karşın, "ılımlı İslam" projesinin Türkiye'de gerçekleştirilmesinin çeşitli güçlükleri bulunmaktadır.



Örneğin

1- Bütün sorunlarına karşın, Türkiye laikliği büyük ölçüde içselleştirmiş ve bu yönde ciddi bir gelenek oluşturmuş ülkedir. Cumhuriyet, sanıldığı gibi toplumsal tabanı küçük ya da zayıf bir oluşum değildir. Tam tersine güçlü bir toplumsal tabana sahiptir. 12 Eylül 2010 Referandumu’nda yüzde 42’nin üzerinde verilen “hayır” oyları bu toplumsal tabanın en kararlı kesimini oluşturmaktadır. Gerçekte bu taban daha da geniştir.

2- Toplam nüfusun yaklaşık olarak dörtte birini oluşturdukları tahmin edilen ve siyasal islamın hiçbir zaman teslim alamayacağı Aleviler önemli ve büyük bir toplumsal ve politik güç olarak tarih sahnesine çıkmıştır.

3- Laik ve aydınlanmacı bir karaktere sahip Kürt muhalefeti rejimi sarsmaya devam etmektedir. Kürt siyasal hareketi yüzünü yeniden sola ve aydınlanmacı güçlere dönme işaretleri vermektedir.

4- AKP’nin referendum sürecinde desteğini sağlamak için özel bir çaba sarf ettiği sosyalist hareket, entellektüel hayat üzerindeki etkinliğini sürdürdüğü gibi, ihmal edilemeyecek bir siyasal güç olduğunu da göstermiştir.

Dolayısıyla, toplumun derinliklerine kadar yayılan şiddetli bir politik çatışma yaşanmadan ılımlı islam rejiminin tam olarak egemenliğini tesis etmek çok zordur.

Ancak, eğer örgütlü bir direniş ya da karşı hamlenin geliştirilememesi halinde, yeni rejimin aşırılıklarına yönelik kimi düzeltme/törpüleme operasyonlarını da içine alacak şekilde, zamana yayılan
 bir hakimiyeti tesis etme ihtimali oldukça yüksektir.


Diğer taraftan, "millet-devlet barışması" diye sunulacak yeni rejimden murad edilen şey, Türkiye'yi bir Suudi Arabistan ya da İran yapma projesi de değildir. Bunun tarihsel, demografik ve kültürel nedenlerle mümkün olmadığı bilinmektedir. Ancak, tıpkı Pakistan gibi, Türkiye'nin de süreç içinde bir Malezya veya Endonezya haline getirilmesi mümkün görünmektedir. Hedef büyük ölçüde budur.



Durum böyle olunca Türkiye’nin kısa ve/veya orta vadede gerek kurumsal, siyasal ve hukuksal olarak yukarıdan aşağıya doğru, gerekse toplumsal ve örgütsel bakımdan aşağıdan yukarıya doğru geliştirilecek kuşatıcı bir islamizasyon sürecine girdiğini saptamak gerekiyor.

***

Bu durumda ister istemez ABD ve Batı’nın AKP-Cemaat koalisyonuna desteğinin sürüp sürmeyeceği sorusu akla geliyor. AKP küresel kapitalizmin ve ABD’nin çıkarlarıyla uyum kapasitesini koruduğu sürece bu desteğin devam edeceğini söylemek mümkün. Ancak, ABD ve küresel kapitalizmin ihtiyaçlarıyla, AKP’ye oy veren geniş bir kesimin de içinde bulunduğu toplumun çıkarları arasında büyük bir uçurumun bulunduğu da ortadadır.

AKP toplumun ve ülkenin çıkarlarıyla emperyalizmin ihtiyaçları arasındaki çatışmanın yarattığı gerilimi sürekli olarak yaşayacaktır. Hükümetinin ilk yıllarında eskik olan iktidar kudretini ABD ve Batıya yaslanarak kapatan, dahası hayati öneme sahip bu destekle devleti ele geçirip ‘Fetret’ durumuna son veren AKP, ya çıkarları uzlaştırmanın bir yolunu bulacak ya da ağdalı bir belagatın arkasına saklanarak kesin tercihini yapacaktır. Birinci ihtimal mümkün olmadığına gore AKP’nin tercihini tahmin etmek zor değildir.

Öte yandan, ABD'nin neo-klasik imparatorluk projesinin Irak ve Afganistan'da batağa saplanmasından sonra, "teröre karşı cephe ülkesi" olarak tanımladığı Türkiye'deki "ılımlı İslam" projesine, eskisi gibi yüksek destek vermeyi sürdürüp sürdürmeyeceği önümüzdeki bir yıl ortaya çıkacaktır. Çünkü AKP Hükümetinin yönettiği Türkiye’nin bölgede İran’ı, Suriye’yi ve Rusya’yı hedef alan “Füze Kalkanı” projesine
 ”hayır” demesi halinde işin renginin değişme olasılığı yüksektir. Durumu gören AKP’nin de bir orta yol aradığı gözlenmektedir.

***

Sonuç olarak topluma ve ülkeye yönelik neo-liberal, gerici ve emperyalist saldırıyı püskürtmek, kuşatmayı kırmak ve elbette devrimci bir cumhuriyetin yolunu açmak için bir “sol cephe” kurmak ihtiyacı, yakın tarihte hiçbir zaman bu kadar yakıcı hale gelmemişti.

Bir süredir Türkiye’nin ilerici birikimi ve geleneğinden kopma sürecine giren Kürt hareketinin yeniden yüzünü aydınlanmacı güçlere ve sola çevirmesi de mutlaka değerlendirilmesi ve karşılık verilmesi gereken önemli bir gelişmedir. Geniş bir sol cephe için olanakları ve başarı şansını daha da arttıran bu gelişmeyi, kimi kaygılarla birlikte gelecek yazılarda ele almayı umuyorum.