Sol liberalizmin yenilgisi

Ben bu yazımda, genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da sosyalist solun içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte çok önemli bulduğum üç yazıya/değerlendirmeye dikkat çekeceğim. Üstelik bunu, söz konusu yazılarda söylenenleri tekrar etmeyi de göze alarak yapacağım. Çünkü her üç yazıda yapılan kim saptamalara çok önem veriyor, bu nedenle bir kez daha dikkat çekmek ve katkıda blunmak istiyorum. Yazılardan (söyleşi) biri Metin Çulhaoğlu’na ikisi ise Ergin Yıldızoğlu’na ait.

Hemen ilk alıntıyla başlayalım:

“Eğer bir taraf, siz ne derseniz, neyi savunursanız savunun ‘Ergenekonculuk’, ‘darbecilik’ ve ‘askercilik’ stigmatizasyonuna başvuruyorsa, bu ‘ben tartışmayacağım, damgalayacağım’ deklarasyonudur. Dikkat edilirse ‘stigmatizasyon’ kavramını kullandım, bilerek kullandım: Bir kişiyi veya kesimi aşağılayıcı ve lanetleyici biçimde etiketlemek, işaretlemek demektir. ‘AKP yandaşlığı’ doğru yanlış, siyasal bir eleştiridir ve delilleri vardır ‘faşistlik’, ‘çetecilik’, ‘derin devletçilik’, ‘darbecilik’ vb ise, karinesi de olmadığından düpedüz stigmatizasyondur.”

Metin Çulhaoğlu, Radikal gazetesinin başlattığı “Sosyalist solda derin yarılma” başlıklı yazı dizisi için kendisiyle yapılan görüşmede böyle söylüyor. (Radikal, 29.12.2010/Ayrıca bkz. aynı gün www.sol.org.tr)

Çulhaoğlu’nun yukarıdaki alıntıyla sınırlı olmayan ve söyleşinin tamamına yayılan gözlemleri ve saptamaları iki bakımdan çok önemli. Birincisi, sosyalist solda kökleri 1990’ların başına kadar giden, AKP’nin Birinci Cumhuriyeti tasfiye ve ılımlı da olsa islami referanslara dayalı yeni rejimi kurma sürecinde deinleşerek netleşen ayrışmada, gelinen yeri çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. İkincisi ise, sol liberallerin devrimci sosyalistlerle girdikleri tartışmada felsefi ve teorik düzlemde yenilerek sosyalist solun dışına düştüklerini ilan ediyor.

***

AKP iktidarına, yeni emperyalizme ve siyasal gericiliğe pek demokratik ve özgürlükçü gerekçelerle toplumsal değeri çok yüksek bir destek veren, böylece ılımlı da olsa rejimin islami referanslara dayalı şekilde yeniden inşa edilmesine büyük katkıda bulunan liberaller ve sol liberaller, öncelikle entelektüel ortamı terörize ettiler. Emperyalizme ve gericiliğe direnen, piyasacılığı reddeden, kapitalizme karşı mücadeleden vazgeçmeyen , insanlığın ilerici birikimini içererek aşmayı benimseyen sosyalistlere ciddi hiçbir temeli olmayan suçlamalarla saldırdılar.

Bunu yaparken, içinden geçilen kritik dönüşüm sürecinde de AKP iktidarının solun onayına duyduğu ihtiyacı karşıladılar. Böylece gericiliğin tarihsel meşruiyet üretmesine örneği görülmemiş bir katkı sundular. İnsanların hayat serüvenlerine, politik faaliyetlerine, felsefi duruşlarına, entelektüel düzeydeki ürünlerine (yazdıklarına) vb. bakmadan onları suçlayıp tecrit etmeye kalktılar. Esaslı bir siyasal, felsefi ve kuramsal tartışmaya girmediler. Bunun yerine, Çulhaoğlu’nun deyimiyle damgalamaya çalıştılar. Teşhir ve tecrit etmeye yönelik suçlamalarını sürekli tekrarlayarak bunu genel bir kabule dönüştürmek istediler.

Siyasal, toplumsal ve entelektüel planda devrimci sosyalistlerin kapsadığı alanı işgal etmeye ve kurulmakta olan yeni düzenin solunu bu arazi üzerinde kurmaya çalıştılar. Bu çaba öyle bir hal aldı ki, soldan yeterli miktarda ve yetkinlikte insan devşirmedikleri, dahası şiddetli bir direnişle karşılaştıkları için sağcı, liberal ve gerici bazı yazarlar bile Türkiye’de nasıl bir solun olması gerektiğini anlatmaya başladılar. Zaman gazetesi yazarı Ekrem Dumanlı, solun durumuna üzülmeye bile başladı.

Fethullahçı kökene sahip genel bir yayın yönetmeni (Eyüp Can Sağlık), sağcı/liberal yazarlar ve bu fotoğrafı dengeleme kaygısının ürünü olan solcu bazı isimlerle yeniden yapılanan Radikal, büyük bir cesaretle kendisine, “örgürlükçü sol”un gazetesi olmak gibi bir misyonu biçiyor. Sağcılar ve liberaller sol için gazete çıkarıyorlar, iyi mi? Gazetedeki sınırlı sayıdaki solcu ise turizm afişlerinin fonlarındaki martı gibi duruyorlar. Gözü alan ve fakat işlevsiz bir aksesuvar gibi.

***

Diğer taraftan bu durum şunu gösteriyor sol bu toplumun, insanlığın ve tarihin vicdanı olmayı sürdürüyor. Sosyalist solun entelektüel hayat, sanat, bilim ve kültür alanlarındaki hakimiyeti, kimi kırılmalara ve savrulmalara uğrasa da devam ediyor. Solun bu topraklardan sökülüp atılamayacak kadar kökleştiği, tarihsel temellere sahip olduğu ve bir gelenek yarattığı anlaşılıyor. Dahası devrimcilerin/sosyalistlerin ahlaken ve siyaseten temiz kaldığı biliniyor, daha çok da hissediliyor.

Bu nedenle yeni rejim meşruiyet üretmek için solun onayına, kabulüne ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla solu terbiye etmek, yeni düzenin solunu yaratmak için AKP-Cemaat-Liberal koalisyonu elinden geleni yapıyor.

Birikim dergisi çevresini ve Ömer Laçiner’i de sert şekilde eleştiren Metin Çulhaoğlu, adı geçen söyleşide şöyle devam ediyor:

“Karşılıklı suçlamalar ve tartışmaların ’sertliği’ nedeniyle tarafların birbirlerine eşit ölçüde haksızlık ettikleri gibi bir düşüncede değilim. Salim kafayla bakan herkes şunu kabul edecektir: Taraflardan biri, yaşanan süreci ve AKP’nin çizgisini, ülkeyi demokratikleştirecek, hatta ‘burjuva demokratik devrimi tamamlatacak’, geleneksel bürokrasi egemenliğini kıracak adımlar olarak tanımlamıştır ve bunu açık açık söylemiştir. Peki, karşı taraf, yani ‘hayır’ cephesi, daha somut söylenirse ÖDP, EMEP, Halkevleri ve TKP, “asker yandaşlığı” olarak nitelenebilecek ne yapmıştır? Bunu gösteren, ima eden veya bunun çıkarsanabileceği tek bir örnek gösterilebilir mi?

“O zaman ‘karşılıklı suçlamalarda’ bu açıdan bir bakışımsızlık olduğu söylenmelidir.”

Evet, tam da bu! Sol içi tartışmalardaki “karşılıklı suçlamalarda” bu açıdan bir “bakışımsızlık” olduğu gerçek. Bunu biliyor ve görüyoruz. Tartışmayı entelektüel ve siyasal düzlemde, büyük medya desteğine karşın, artık taşıyamayan sol liberallerin giderek saldırganlaşmaları da yenilmeye başladıklarına işaret ediyor.

***

Bu hafta işaret edceğim ikinci önemli yazı, daha doğrusu yazar ise yukarıda da belirttiğim gibi Ergin Yıldızoğlu’dur. Yıldızoğlu’nun Sol Portal’da biri 16 Aralık 2010’da yayımlanan “Özgürlükler ve yumurtalar”, diğeri ise 30 Aralık 2010’da yayımlanan “Liberal sol ve aklın istikrarsızlığı” başlıklı yazılarıdır.

Yıldızoğlu “Özgürlükler ve yumurtalar” başlıklı yazısında, bireysel özgürlükçülük ile toplumsal kurtuluş ve sosyalzm mücadelesi arasındaki farkı çok yetkin br şekilde ortaya koyuyor. Bireysel özgürlükçülük çizgisinde geliştirilecek demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin, paradoksal olarak toplumsal bir esaretin kapılarını da aralayabileceğini, dahası gözümüzün önünde kurulan totaliter rejime karşı mücadele etmeyi imkansız kılacağını ikna edici bir teorik zenginlikle gösteriyor.

Ergin Yıldızoğlu, “Liberal sol ve aklın istikrarsızlığı” yazısında ise, kendilerini sosyalist hatta devrimci olarak niteleyen bazı çevre ve kişileri de içeren bir grup “entelektüel”in, AKP iktidarına muhalefet eden hemen tüm sosyalistleri, medyanın da desteğiyle “ulusalcı” olmakla suçladıklarını vurguluyor. Yıldızoğlu şunları söylüyor:

“(…) Geçenlerde Feroz Ahmad hocamızın çok açık bir biçimde dikkat çektiği gibi, 1950’lerden bu yana ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük korkusu, komünizm değil de ulusalcılık değil mi? Bugün, dünyanın çeşitli yerlerinde, ‘ulusalcılıktan’ en çok ABD ve AB yakınmıyor mu?

“Bu ulusalcılık yakınmasına bakınca da, liberal tiplerin, faşizme benzetmeye çalıştığı şeyi değil, ’serbest piyasa emperyalizmine’ direnişi, yaşam alanlarını, emperyalizmin yıkımında korumayı amaçlayan, bir “yurtseverliği” görmüyor muyuz? Yine Feroz Ahmad da, yurtseverliğin milliyetçilikten çok farklı bir şey olduğunu, etnisite, din, dil ayrımı yapmadan birlikte direnmeyi ve savunmayı içerdiğini vurguluyor.

“BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, bütçenin son günü konuşmalarında, ‘Bir ülkenin başbakanı alacağı oyu ülkesinden daha değerli görebilir mi? Ben açıkça söylüyorum. Ben bu ülke için canımı veririm, sen neyini verirsin Sayın Başbakan?’ sözleri tam da böyle bir ‘yurtseverliği’ düşündürmüyor mu? Sosyalistler, yıllardır, Kürt sorununda sınıfsal boyuta, BDP’nin hesaplaşmak zorunda olduğu kapitalist ve feodal dinamiklere işaret ederken, böyle bir birleştirici çizgiyi savunmuyor mu?”

Öyle anlaşılıyor ki, Ergin Yıldızoğlu’nun, aynı yazısında, yerinde bir analizle, “Bir sistemi terk etmiş, bir başkasına geçmek, yeni bir sadakat edinmek cesaretini kendinde bulamamış bir aklın, yaşadığı bir istikrasızlığın patolojik ürünü (semptomu) olarak (…)” değerlendirdiği sol liberaller, yeni yılda etkinliklerini daha da kaybedecekler.

Örneğin, liberallerin yarattığı entelektüel terör ortamında, iki yıl önce bu tartışmayı yapmak mümkün değildi. Ama yumurta atmanın bile neredeyse terörizm sayıldığı bir dönemde, bu tartışmanın belli bir özgüvenle, dahası tarihin doğruladığı görüş ve saptamalardan alınan güçle sürdürülmesi önemli bir gelişmedir.