Liberal ideolojik hile

Liberaller serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ederler. Dolayısıyla kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu yaklaşımın mantıkî bir sonucu olarak “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışırlar. Liberalizmin Soğuk Savaş sorasında kazandığı bütün insiyatife karşın bu anlayışla ideolojik ve felsefi planda mücadele etmek hiç zor değildir. Ancak küresel kapitalizme son 30 yılda asıl ideolojik hegemonya gücünü veren şey, merkezinde bir kısım sol’un bulunduğu muhalefet alanından üretilen meşruiyet oldu.

Çünkü kapitalizmi ve onun bütün adaletsizliklerini bir şal gibi örten burjuva demokrasisini görece daha “iyiliksever” yapmaya çalışmaktan başka bir politik projeye sahip olmayan sol liberaller, son çözümlemede küresel kapitalizmin bu iddialarını paylaştılar. Böylece son otuz yıldır yeryüzünde yıkıcı bir rüzgâr gibi esen neoliberal ekonomi politikaları ile postmodern, muhafazakâr ve her türden siyasal dincilik arasındaki suç ortaklığı, liberallerin de katılımıyla gerici bir tarihsel bloka dönüştü.

İktisadî planda ultra-liberal bir tutuma, siyasal ve felsefî planda radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşliketti. Postmodernistler ve sol liberaller aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, tarihte, doğada ve toplumda aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddettiler. Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürdüler. Böylece teolojik literatüre geniş bir alan açıldı.

Burada dramatik olan şey, sol liberallerin kendi değerlerine, geleneklerine ve hayatlarına ihanet ederek cehennemlerinin yolunu döşüyor olmalarıydı.

Toplumsal ilerleme yasasına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri ideolojilere karşı çıkan sol liberaller ve postmodernistler kapsayıcı toplum modellerinin, bu anlamda tarihin ve hatta bilimin de sonunun geldiğini iddia ettiler. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı kopardı.

Bu kopuş, insanlığı birleştiren ortak değerlere, görüşlere, ideolojilere, felsefeye, sınıfsal bağ ve örgütlenmelere, hatta birleştirici bir zemin olarak yurttaşlık hukukuna bile kuşkuyla bakılmasına yol açtı. Vatandaşlık hukukunun bile farklılıkları bastırıcı ve homojenleştirici bir etken olarak sunulması etnik, dinsel ve bölgesel farklardan kaynaklanan kimliklerin öne çıkmasına yol açtı. Toplum ufalandı.

Böylece alt kültürlere ve etnisiteye dönüşü savunarak insanlığı daha küçük, birimlerden oluşan topluluklara doğru iteleyerek parçalamaya başladılar. Dinler, tarikatlar, cemaatler, yerel kültürler, mezhepler, etnik farklılıklar ve kimlikler öne çıktı. Böylece ulus ve sınıf bütünlükleri bozuldu. Özgürlük projesi adeta etnik, dinsel ve cinsel toplulukların serbestisine indirgendi. İnsanların neredeyse hemşeri dernekleri dışında gidecekleri örgüt kalmadı.

***

Türkiye’de, liberal-muhafazakâr ittifakın Cumhuriyet’in modernleşme sürecine yönelik eleştirileri ile sosyalistlerin sisteme yönelik devrimci eleştirileri birbirine karıştırıldı. Bilinçli bir çarpıtmaydı bu.

Böylece insanlığın ilerici birikimine ve Cumhuriyete yönelik gerici eleştirinin demokratik bir itiraz gibi algılanması sağlandı. Örneğin kadını aşağılayan ve onu köleleştiren örtünme bile, bir tür demokratik hak ve özgürlük gibi sunuldu. Allahın emri kadının onuru sayıldı.

Cumhuriyete yönelik gerici itiraz ile tarihsel ve kategorik bakımdan devrimci eleştirinin birbirine karıştırılması büyük bir ideolojik hileydi. Bu hile, liberallerin ve sol liberallerin üzerinde hareket ettikleri geniş bir zemin oluşturdu. Dahası bu durum, alçakça bir ideolojik yalanla sol’un büyük bir kesiminin “statükocu” gibi gösterilmesine olanak sağladı.

Görüşlerini biraz kazıdığımız ve mantıksal sonuçlarına doğru taşıdığınız taktirde görülecektir ki, muhafazakârlar, İslamcılar ve liberaller üretim ve emek alanlarını ortak bir tutumla yok sayarlar. Sadece piyasayı kutsar ve öne çıkarırlar. Ekonomi-siyaset ilişkisini koparır ve birey çıkarlarından ayrı bir toplumsal çıkar ve kamusal hayat bulunmadığını ileri sürerler. Görüşlerinin ve siyasal etkinliklerinin esası budur. Gerisi palavradır.

Bu iddialara karşı sol liberallerden ve liberalizmin etkisi altındaki çevrelerden, örneğin Kürt hareketinden son 20 yıldır esaslı bir itiraz gelmedi. Sanki kapitalizm yokmuş gibi davranıldı. Toplum adeta maddî ve tarihsel temellerinden bağımsız, kültürel bir olgu gibi ele alındı. Bu arada gerçekte kendileri gerçek birer “büyük anlatı” olan liberalizme, demokrasiye ve dinlere yönelik bütün radikal eleştiri de geri çekildi.

Sonuç olarak muhafazakârlar, liberaller, dinciler ve postmodernist “felsefe”nin ağır etkisi altındaki çevreler arasında gerici bir “tarihsel blok” oluştu. Bu gerici bloka sol liberaller de katkıda bulundu. Sol liberaller ideolojik olarak bu blokun tahkim edilmesinde esas rolü üstlendi. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir ideolojik-politik oluşuma değil, küresel bir eğilime işaret ediyordu.

***

Bu gerici tarihsel blok Türkiye’de bütün iktidarı almak, siyasal ve ideolojik hedefleri doğrultusunda rejimi ve toplumu dönüştürmek için 2007 yılının ikinci yarısından itibaren harekete geçti. Bu bağlamda gerçekleştirilen Ergenekon operasyonu Türkiye’de rejimin ABD’nin ve işbirlikçilerinin ılımlı islam projesi doğrultusunda dönüştürülmesinin en önemli etabını oluşturdu. Bir gericileştirme hamlesiydi ve devam etmektedir.

Ergenekon operasyonunun bu niteliği ve hedefleri başlangıçta sol tarafından yeterince görülemedi. Üzerinde çalışılmış bir siyasal komplo olan Ergenekon operasyonunun felsefî, ideolojik, tarihsel ve siyasal derinliği de yeterince anlaşılamadı. Hatta, “derin devlet” ya da kontrgerillanın tasfiye edileceğine dair bir umut bile yarattı. Böylece toplumsal muhalefetin bir kesimi bu komplo aracılığıyla liberal-muhafazakâr ittifakın ve iktidarın peşine takılarak yedeklendi.

Tezleri şöyleydi: “AKP, gerçek iktidar değildir hükümet olmuş, ama iktidar olamamıştır. Gerçek iktidar derin devleti de kapsayacak şekilde asker-sivil bürokratik elittir. Dolayısıyla siyasal mücadele esas olarak devletle sivil toplum ya da merkezle çevre arasında cereyan etmektedir.” Dolayısıyla bu bir demokrasi mücadelesidir ve gerçek demokratikleşme de bu çatışmanın içinden gelişecektir. Bu anlayışa göre AKP hükümeti, asker-sivil bürokratik elitin iktidar alanını sınırlandırmaya, sivil toplumun ve demokrasinin alanını ise genişletmeye çalışmaktadır.

Devletin sınıfsal karakterini belirsizleştiren “vesayet rejimi” kavramsallaştırması da tam bu dönemde yaygınlık kazandı. Hiçbir sınıfsal ve tarihsel bağlama oturmayan bu bilim dışı kavramsallaştırma, gerçekte beşinci sınıf Amerikan sosyologlarından alınmıştı. Durum böyle olmasına karşın bu kavram sosyalistlerin terminolojisine bile girdi. Öyle ki, “çatı partisi” kurma girişimini sürdüren Kongre Hareketi’nin “Program Çerçeve Metni” dahi siyasal çatışma alanını ve bu çatışmanın taraflarını bu kavram üzerinden açıkladı.

Ortada trajikomik bir durum vardı 12 Eylül 2010 Referandumu'ndan sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “vesayet rejiminin bittiğini” ilan etmişti.

İdeolojik bakımdan tam bir baştan çıkma hali vardı. AKP-Cemaat iktidarının politik pratiğine Birikim dergisi gibi çevrelerce “muhafazakâr devrim” bile denildi. Böylece toplumsal muhalefeti ve sol’u, soyut bir vesayet düzenine karşı mücadeleye çağırırken, gerçekte somut bir iktidarı ve yeni devlet düzenini desteklediler. Siyasal ahlak kalmadı.