Kürt hareketinin yeni dönemi, Öcalan ve Ergenekon

Türkiye, Kürt sorunu bağlamında önemli bir tarihsel dönemeçten geçiyor. AKP iktidarının "şark kurnazlığı" yaparak ortaya attığı anlaşılan "Kürt Açılımı" tam anlamıyla çökmüş durumda. Esas olarak DTP/BDP'nin PKK ile irtibatını keserek terbiye edilmeye çalışıldığı, dolayısıyla PKK'nin kitle bağlarını kopararak önce tecrit, sonra da tasfiye edilmek istendiği "açılım siyaseti", somut/maddi düzenlemelere değil, salt retoriğe dayandığı için beklenenden de önce iflas etti.

Somut hiçbir adım atmadan bazı hakları veriyormuş gibi yapan, ancak esas olarak tasfiyeci bir çizgi izleyen AKP'nin Soğuk Savaş artığı, iki yüzlü gerici bir burjuva partisi olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Başta Abdullah Öcalan olmak üzere PKK liderlerinin yaptıkları açıklamalara bakılırsa, Kürt hareketi, içine girilen bu yeni dönemde yenilgiyi de göze alarak siyasal hedefleri bakımından somut sonuçlar elde etmeye yönelik bir dizi stratejik hamle yapmaya hazırlanıyor. Bu nedenle, içine girilen dönemde silahlı çatışmaların nitelik bakımından derinleşeceğini ve büyük kentleri de içine alacak şekilde yaygınlaşarak bir savaş boyutuna sıçrayacağını tahmin etmek zor değil.

Silahların konuşacağı, kan döküleceği, milliyetçiliğin yükseleceği ve etnik boğazlaşma tehlikesinin büyüyeceği tehlikeli ve zor bir döneme giriliyor.

Diğer taraftan, Öcalan'ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin notlarında sık sık tekrarladığı, ancak nedense dikkat çekmeyen ve nedense pek üzerinde durulmayan, çok önemli bir başka olguyu yeniden ele almamız gerektiğini ortaya koyuyor Kürt sorununda çözüm ve Ergenekon soruşturması...

Şimdi bu olguları sırasıyla ele alalım.

PKK'de dördüncü dönem savaş büyüyecek
Abdullah Öcalan 31 Mart 2010 tarihinde avukatlarıyla yaptığı görüşmede, 30 Mart 1972'de Mahir Çayan başta olmak üzere Türkiye devrimci hareketinin seçkin önder kadrolarından on kişinin öldürüldüğü Kızıldere katliamının yıldönümüne de gönderme yaparak, haddinden fazla bir zorlamayla THKP-C ile ilişkilendirdiği PKK tarihini dönemlere ayırıp şunları söylüyor:

"Üçüncü dönem bitmiştir. Yeni dönem, Kürtlerin varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama dönemidir. Kürtlere söylüyorum, kendi kararlarını kendileri alacak, ne yapacaklarsa kendileri bilir. Bu üçüncü dönemden sonra ben birşeye karışmayacağım." (Görüşme Notları, www.gumdem-online.net, 2 Nisan 2010)

Öcalan'ın "tasfiye ve çözüm" çabalarının öne çıktığını söylediği ve "üçüncü dönem" diye nitelendirdiği 1993-2010 arasındaki sürede, bilindiği gibi kısa ve uzun süreli birçok ateşkes durumu yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri de (TSK) bu dönemde PKK'nin tek yanlı ilan ettiği ateşkes kararlarına çoğu zaman operasyonlarını geri çekerek fiilen uydu. Ancak görece uzun sayılabilecek bu 17 yıllık dönemin özellikle 1993-1997 yılları arasındaki bölümünde silahlı çatışmalar büyük bir tırmanışa geçerek "düşük yoğunluklu savaş" düzeyine çıktı. Genelkurmay Başkanlığı, yaşananların "etnik bir isyan ve savaş durumu" olduğunu resmen kabul etti.

Kürt sorunu ve ulusal hareketinin yakın tarihsel seyrinde de bir dönemeç oluşturduğu anlaşılan 28 Şubat 1997 sonrasında çözüm için ciddi girişimlerinin yaşandığı, doğrudan Öcalan'ın tanıklığıyla ortaya çıktı. Adı neredeyse faili meçhul cinayetlerle özdeşleşen Özel Harekat Polislerinin bölgeden çekilerek bu birimin dağıtılması, JİTEM'in faliyetlerinin durdurulması ve dolaylı da olsa PKK ile diyalog kurulması bu dönemde gerçekleşiyordu.

Hatırlanacağı gibi, 16 Şubat 1999'da Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra silahlı çatışmalar neredeyse durma noktasına gelmişti. Ancak çatışmaların sönümlenmesi, kazanılan bir zaferden çok Öcalan'ın yaptığı çağrıya uyan PKK'nin silahlı birliklerini sınır ötesine çekmesinden
kaynaklanıyordu.

Bu dönemde başta Öcalan olmak üzere PKK liderliği sürekli çözüm ve diyalog talep etmesine karşın, sorunun çözümüne yönelik herhangi bir somut ilerleme gerçekleştirilemedi. Devlet ve dönemin iktidarları bu süreci deyim uygunsa büyük bir sorumsuzlukla harcadı. Kürt hareketinin bu dönemde öne çıkardığı legal siyaset yapma girişimlerine de tam olarak fırsat verilmedi. Kurulan partiler, sürekli baskı altında tutuldu, kapatıldı ve siyasal yasaklarla hareket alanı sürekli daraltıldı.

'Ergenekoncular' Öcalan'la masaya oturmuş
Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye'ye bölgede biçilen yeni rol, AKP'yi iktidara taşıyan en önemli politik etkenler arasındaydı. Bu rol, Kürt sorununun emperyalizmin denetimi dışında yerli bir çözümünü değil, Amerikancı-Barzanici bir çözümü gerektiriyordu.
Bu nedenle Öcalan, yine avukatlarıyla yaptığı bir görüşmede, 2000-2001 yıllarında Bülent Ecevit hükümeti döneminde ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun genelkurmay başkanlığı sırasında çözüm için bir irade oluştuğunu, kendisiyle bu konunun görüşüldüğünü ve çözüme yönelik bir dizi hazırlık yapıldığını belirterek, "Üçüncü dönem boyunca sürekli tasfiye edilmeye çalışıldık, hem biz hem muhataplarımız tasfiye edilmek istendi" diyor. (Görüşme Notları, 31 Mart 2010)

Burada Öcalan'ın "hem biz hem muhataplarımız tasfiye edilmeye çalışıldı" tespiti dikkat çekiyor. PKK'nin tasfiye edilmek istenmesini bir kenera bırakırsak eğer, Öcalan'ın "muhataplarımız" dediği kişi ya da kesimlerin kimlerden oluştuğu sorusu büyük önem taşıyor. Öcalan, çözüm konusunda samimi olduğunu söylediği Bülent Ecevit'in sağlık durumu gerekçe gösterilerek tasfiye edilmek istendiğini, ardından Irak'ın işgaline karşı çıkan DSP'nin parçalandığı, ve nihayet MHP'nin erken seçim isteyerek hükümeti düşürdüğünü belirterek şöyle devam ediyor:

"Öte yandan orduda da bu Kıvrıkoğlu ekibini tasfiye ettiler. Ecevit ve Kıvrıkoğlu'na yapılan aslında bir darbedir. Hatta o dönem Kıvrıkoğlu adına benimle görüşenler şimdi Ergenekon'dan yargılanıyorlar! Siyaset arenasında AKP ön plana çıkarıldı, aynı politikaları uygulamak için orduda (Hilmi) Özkök ve ekibi ön plana çıkarıldı, Büyükanıt ve Başbuğ'da bu çizgiyi sürdürdüler." (Görüşme Notları,18 Haziran 2010)

Öcalan'ın "Kıvrıkoğlu adına benimle görüşenler şimdi Ergenekon'dan yargılanıyorlar" şeklindeki değerlendirmesi büyük önem taşıyor. Özellikle sağcı, islamcı ve muhafazakar kesimler ile sol liberallerin Ergenekon soruşturması hakkındaki kimi değerlendirmelerini, dahası hükümetin medya üzerinden oluşturmaya çalıştığı kamuoyunu algısını çökertecek bir açıklama bu... Tanıklığa dayalı olan ve PKK'nin en yetkili ağzından yapılan bu açıklama, yaratılan illizyonu demokratikleşme ve derin devletin tasfiyesi sanan sol liberallerin ağır etkisi altındaki kimi sosyalist kümelerin de tezlerini çürütecek değerdedir.

Çünkü Öcalan'ın bu açıklaması, Kürt sorununun "Amerikancı ve Barzanici olmayan bir çözümü için" kendisiyle görüşen ekibin tasfiye edildiği, Ergenekon soruşturması kapsamında yargılanan ya da haklarında işlem yapılanların büyük bölümünün ileri sürüldüğü gibi derin devlet ya da kontrgerilla yapılanması ile bir ilişkilerinin olmadığı, tam tersine Ergenekon davasının doğrudan bir NATO, dolayısıyla Kontrgerilla operasyonu olduğunu ortaya koyuyor.

Öcalan'ın son derece çarpıcı olan, fakat sol'un belli bir kesiminin ve Öcalan dışındaki Kürt liderlerinin gerekli önemi vermediği ya da değerini kavrayamadığı -ki kavrayamama ihtimali daha yüksek- açıklamanın ilgili bölümü şöyle:

"Hem (Albay) Atilla Uğur hem (MİT Müsteşarı) Emre Taner bana şöyle dediler: 'Biz bu sorunu KDP, YNK ve Amerika ile değil sizinle çözelim.' Bana konuşmaları olumlu geldi. Ama onların durumu şimdi ortada. Benim sorguma katılan paşa cezaevinde yatıyor ve neden tutuklandığını bilmiyor." (Görüşme Notları, Akt. Hürriyet, 11 Ekim 2008)

Durum bu kadar açık olmasına karşın bazı Kürt politikacıların, siyasal geleceklerini Kürt hareketine yaslanarak kurmaya çalışan sol zevatın ve kimi sol liberallerin sözkonusu tabloyu nasıl okuyamadıklarına insanın aklı ermiyor. Eğer başka türden ilişkiler ve hesaplar yoksa, bu ölçekteki bir akıl tutulması ve siyasi körlük anlaşılır gibi değil. Oysa Abdullah Öcalan, hapishane koşulları nedeniyle gelişmeleri yeterince izleyemediğinden olsa gerek, zaman zaman birbiriyle çelişkili görünen açıklamalar yapsa ve kavramları hayli savruk şekilde kullansa da
olayların esasını kavramış görünüyor.

Öcalan'ın, kendisiyle görüştükten sonra Ergenekon davasından tutuklandığını açıkladığı askerlerin aynı zamanda Türkiye'nin NATO'dan çkmasını savunduğunu, dahası Çin ve Rusya ile ittifak oluşturarak Batı'yı bu yolla dengeleme tezini ortaya atıklarını da hatırladığımızda, büyük fotoğraf daha net şekilde ortaya çıkıyor.

Açık ki, bu ekibin ya da siyasal anlayışın Türkiye'de etkin olması, ABD ve NATO için bölgede, hiç abartmadan belirtelim, ölümcül bir duruma işaret edecekti. İşte buna izin verilmedi. Dolayısıyla fiyakalı bir demokrasi söylemi eşliğinde başlatlan Ergenekon soruşturması, geleneksel iktidar blokunun bir kanadının ve muhalefetin tasfiye aracına dönüştü.

Bu durumda asıl darbenin Orgeneral Hilmi Özkök'ün genelkurmay başkanlığı sırasında Ecevit hükümetine karşı yapıldığı, o dönemde başlayan tasfiyelerin AKP iktidarı ve Ergenekon operasyonuyla derinleştiğini söyleyebiliriz.

Yeni dönemin esası 'Demokratik Özerklik' girişimi
Yeniden "Demokratik Özerklik" konusuna dönersek Abdullah Öcalan avukatlarıyla yaptığı yakın tarihli görüşmelerinde, muhatap bulamadığı için kendi çözüm girişimlerini askıya aldığını ve 31 Mayıs 2010 tarihi itibarıyla aradan çekilerek devletle PKK'yi karşı karşıya bırakma kararı verdiğini de açıklamıştı. Öcalan 1 Haziran 2010'da başladığını ilan ettiği yeni dönemin karakteristiğini belirleyecek olası gelişmelerin de işaretini vermişti. Öcalan, "özerlik" ilan edilmesini önümüzdeki dönemin güçlü ihtimallerinden biri olarak görüyordu:

"İkinci seçenek ise, KCK ortaya çıkarak sorumluluk üstlenebilir (...) 'Siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, her açıdan halkımızın sorumluluğunu üstleniyoruz, demokratik özerkliği ilan ediyoruz' diyebilirler. İşte dünyada bunun çok örneği var Abhazya, Kosova, Çeçenistan örnekleri var."

Öcalan'ın İmralı'dan verdiği mesaj hemen Kandil tarafından alındı ve yeni dönemde izlenecek stratejinin ana usurları ilan edilmeye başlandı. PKK'nin kurucu liderlerinden KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık, Fırat Haber Ajansı’na 25 haziran 2010 tarihinde verdiği röportajda, yakında “demokratik özerklik” ilan edeceklerini açıklayarak şunları söylüyordu:

“Şimdi yapmak istediğimiz budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız. ‘Demokratik Özerklik’ Türkiye'nin Kürtlerle ilişkisini ifade etmektedir. (...) Yeni dönem mücadele eskinin devamı değildir. Gerillanın meşru savunması da serhildanın geliştirilmesi de tamamen ilan edeceğimiz özerkliği korumak, geliştirmek, yaşatmak ve onu yaşanılır kılmak içindir. Halkın demokratik iradesinin geliştiği siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda kendi kurumlaşmalarını geliştirdiği, özgür ve demokratik yaşam sistemini kendi kurduğu bir süreç olacaktır. 4. dönemin 1., 2. ve 3. dönemden farklılığı buradadır. Geliştireceğimiz meşru savunma ve serhildanın eski dönemlerden farkı bu noktadadır."

Yukarıda da belirttiğim gibi, çatışmaların dikey ve yatay olarak derinleşerek bir savaş düzeyine sıçraması, içine girelen yeni dönemin belirleyici özelliği özelliği olacaktır.

Ancak, çelişkili gibi görünse de bu dönem aynı zamanda yeni pazarlıklara, önerilere ve uzlaşmalara da açık olacaktır. Nitekim Öcalan, "demokratik özerklik" ilanına ilişkin bütün iddialı sözlerinin yanına, sürecin doğası gereği şöyle bir yaklaşımı eklemeyi ve ilgili yerlere mesaj iletmeyi de unutmuyor:

"Söylediğim gibi benim buradaki pozisyonum barış pozisyonudur. Ama daha önce de defalarca söylediğim gibi artık muhatap bulamıyorum. Eğer Hükümet bir temsilcisini gönderirse, bu konuda parlamentodan bir karar çıkartıp önümü açarlarsa ben iki günde tüm silahlı güçleri bir alanda toplayabilirim. Buna gücüm de var iddiam da var, kendime güveniyorum. Silahlı güçleri BM'nin ya da NATO'nun denetimi altında bir bölgeye de çekebiliriz. Hatta Türk ordusunun görebileceği bir alan da olabilir. Bunları Türkiye kamuoyu da bilmelidir." (Görüşme Notları, 18 Haziran 2010)

Dolayısıyla, PKK'nin silahlı eylemlerinde son günlerde gerçekleşen artış, bugüne kadar sık sık görülen herhangi bir "ateşkes" durumunun sonlandırılmasına benzemiyor. Tersine, daha önceki dönemlerden nitelik olarak farklı sonuçlar yaratacak yeni bir döneme girildiğine işaret ediyor. Sol hızla bu dönemi karşılayacak bir politik hazırlık yapmalıdır.

Kürt sorununda gerçek anlamda bir çözümün sol'suz olamayacağı başta Kürtler olmak üzere bütün ülkeye anlatılmalıdır. Diğer taraftan tarihsel, kültürel ve etnik bir oyluma sahip olsa da Kürt sorunun gerçek anlamda bir çözümünün sınıfsal taleplerden geçtiği unutulmamalıdır. Çünkü "demokratik" ve "özek" de olsa, sınıflı bir toplum ve düzende Kürt yoksulları, işçileri, emekçileri pekala ezilmeye ve sömrülmeye devam edecektir. Bu gerçeği güçlü bir şekilde topluma anlatmak bugün çok büyük bir önem taşımaktadır. Ancak, öncelikle entellektüel ortamdaki liberal kirlenmeyi temizlemek gereklidir.