Ergenekon, Balyoz ya da Türkiye neden feda edildi?

Balyoz Davası sonuçlandı ve sanıkların neredeyse yüzde 90’ına ceza verildi. Özel mahkemede görülen ve darbe rejimlerine özgü bu davada adil bir yargılamanın yapılmadığı ve hukukun açıkça ihlal edildiği kesindir. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla esas olarak bürokrasideki ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki son Kemalist kadronun önemli bölümünün tasfiye edilmeye çalışıldığı açıktır.

NATO’dan çıkmak isteyen, Rusya, Çin, İran ve Suriye ile Avrasya odaklı bir ittifak kurarak ABD’yi ve NATO’yu dengelemeyi planlayan, Kürt sorununu Türkiye merkezli olarak ve siyasal yöntemlerle çözme çizgisine yaklaşmış bir ekip imha edildi.

Böylece, bu topraklarda yaklaşık 200 yıldır kesintilerle sürdürülen 1908, 1923 ve 1960 dönemeçlerinde gerçekleştirilen tarihsel atılımlarla en yüksek dalga boylarını yakalayan Osmanlı-Türk modernleşme ve aydınlanma hareketi/süreci kesin olarak kırılmaya uğradı.

İdeolojik bakımdan burjuva aydınlanmasının ocaklarından biri olan Harbiye, İmam Hatip karşısında yenildi. Bu tespit, tarihsel bakımdan geçici bir duruma işaret etse de artık bir olgudur. Tanzimattan beri iki çizgi arasında süren mücadelede inisiyatif artık İslamcı-muhafazakar kanadın elindedir.

Yukarıda da belirttiğim gibi, aralarında örgütlü bir ilişki bulunmayan bu ekip bürokrasi ve ordudaki son Kemalist kadrolardır. Ancak bunlar sağcı Kemalist’tir. Zaten TSK ve bürokraside "sol Kemalist" yoktu.

Çünkü Soğuk Savaş döneminin başlamasından sonra, yaklaşık 60 yıldır solcular, sosyalistler ve sol Kemalistler devletten tasfiye ediliyor. Öyle ki, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 amacı darbelerinin bir amacı solu ve sosyalistleri imha etmekse, diğer amacı da bürokrasi ve TSK’dan ‘solcu Kemalistleri’ tasfiye etmektir.

Cumhuriyetin başlangıç ilklerini ve kuruluş varsayımlarını terk eden, deyim uygunsa kendi devrimine ihanet içindeki TSK ve Batıcı sermaye çevreleri, gericilikle ittifak halinde 60 yıldır cumhuriyetin solunu tasfiye etmekle uğraştılar. Sol, cumhuriyeti aşmaya, onu tarihsel ve kategorik olarak daha ileriye taşımaya çalışıyordu. Solun bu iddiayı güçlü şekilde ortaya koyması, Cumhuriyetin de geriye çekilmesini önlüyor ve bir denge kuruluyordu. Bu nedenle solu tasfiye edilen Cumhuriyet aslında bütün gücünü de yitirdi.

Solu hoyratça ezen, onun karşısına İslamcıları ve faşistleri dikerek, gericiliği ve muhafazakârlığı besleyen sağcı Kemalistler, bu tutumlarının bedelini bugün çok ağır şekilde ödediler. Bu yolla solun yükselişini engelleyeceklerini düşünen bu Kemalistler, sonuçta kendilerini Türkiye gericiliği ile baş başa buldular. Artık yalnız kalmışlardı ve kendi Cumhuriyetlerini savunacak güçleri de yoktu. Sonuçta büyüttükleri güç kendilerini tasfiye etti.

Hadise bundan ibarettir.

***

Türkiye solunun önemli bir kesimi Ergenekon ve Balyoz gibi davalarının gerçek anlamını ve tarihsel niteliğini kavrayamadı. En iyi ihtimalle gelişmeleri salt egemen sınıflar içindeki bir çatışma, kendilerini ilgilendirmeyen bir itişme olarak gördü. Önemli bir kesimi ise, inanılır gibi değil ama bu soruşturma ve davaları demokratikleşme hamleleri olarak değerlendirip AKP iktidarını destekledi. Referandumda “yetmez ama evet” dedi. Gerici tehlikeyi görmedi. Tam bir aptallık ve aymazlık halidir…

Oysa bu davaların (örneğin Balyoz’un) nedenini kavramak için çok derin bir analiz gücüne ve yüksek bir birikime bile gerek yok. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Robert Pearson’un 6 Haziran 2003 tarihinde Ankara’dan Vaşignton’a gönderdiği şifreli rapora bakmak yeterliydi. Wikileaks belgeleri arasında o da sızdı. İşte, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bile gündeme getirdiği (27 Eylül 2012) bu belge, Ergenekon ve Balyoz davalarının gerçek nedenlerini ortaya koyuyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yalanlamadığı bu raporda aynen şunlar yazıyor:

“...(Türk generaller) AKP’den seçilmiş Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir.
Muhalif generaller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler... Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir. Ancak, Türk ordusundaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz.

Amerikan menfaatlerine karşı çıkan Org. Aytaç Yalman, Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılınç, Org. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır.” (Bkz. B. Pehlivan-B. Terkoğlu, Sızıntı, Kırmızı Kedi Yayınları, S.178-179)

Sanırım başka söze ya da yoruma yer yok.

Raporda adı geçen generallerin ikisi dışında tamamı ya tutuklandı ya da yargılanıyor. Yaşar Büyükanıt’ın Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı görüşmede bir uzlaşma sağladığı ve saf değiştirdiği biliniyor. Aytaç Yalman’ın konumu ise son Balyoz davası kararlarıyla ortaya çıktı.

Modernleşme paradigması ve ılımlı İslam!
Yukarıda çizmeye çalıştığım tablonun nasıl oluştuğuna, bu tablonun tarihsel, siyasal, kültürel kaynakları ve nedenlerine burada bir kez daha bakmakta yarar var.

Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne/dinine ve toplumsal dokusuna özgü Batıyla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerektiği uzunca süredir ABD medyasında ve akademik çevrelerde tartışılıyor. Dolayısıyla, "ılımlı İslam" kavramı ve stratejisi, ABD ve Batılı ortaklarının aktüel ihtiyaçlarının bir sonucu olduğu kadar, böyle bir fikri arka plana ve tarih tezine de dayanıyor.

İşte bu tezin bir hipotez olmaktan çıkıp, hayat ve tarih içinde sınanmış bir modele dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu model Türkiye olacaktı.

Çünkü en uygun ülkenin, modernleşme ve aydınlanma sürecinde görece başarılı olan, ancak sorunlarını aşamamış Türkiye’nin olabileceği düşünülüyordu. Ancak ortada bir sorun bulunuyordu tarih içinde ne kadar aşındırılsa da, elde, bütün kusurlarına karşın laik bir cumhuriyet vardı...

Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Ama laik, modern ve “demokratik” bir cumhuriyet hiç değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir islamizasyon yeterli görülüyordu.

***

Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı İslamcı ve Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki kadroları iktidara taşımak ve orada kalmalarını sağlamak...

İşte AKP bu ihtiyacın ve konjonktürün ürünüydü. Bu yanıyla AKP, iç dinamiklere dayanan bir siyasal güç olduğu kadar, dış dinamiklerin ihtiyaçlarını da karşılayan bir hareketti.

Bu konuda Amerikan politikasına yön veren düşünce şöyle özetlenebilir laik ve cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (formel bakımdan de olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu. Elbette buradaki ‘demokrasi’ bir sandık cambazlığından ibaretti.

Müslüman toplumlar artık seküler bir ülke olmak hedefini artık bir yana bırakmalıydı.

Bu görüş öyle yayıldı ki, bir dönem neredeyse Amerikan entelektüelleri ve politikacıları arasında “resmi görüş” haline geldi.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisine kurban edilen “Modern Türkiye”, kadere bakın ki, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de ılımlı İslam projesi kumarında harcanmış görünüyor.

İki tarihsel eleştiri ve bir ideolojik hile!
Cumhuriyet’in burjuva anlamda “devrimci” veya “reformcu” döneminin sonuna gelindiği dönemde 2. Dünya Savaşı da patlamış ve ardından gelişen Soğuk Savaş gericiliği Türkiye’yi de içine alarak, bu toplumun geleceğini karartmıştır.

Ancak bu tarihsel kesit aynı zamanda devrimci mücadelelerin insanlığın kaderine yön verdiği ve Sosyalist Blok’un dev bir güç olarak kapitalist sistemi tehdit ettiği bir dönemdir.

O yıllar sosyalist sistemin baskısı ve kapitalist ülkelerde gelişen sınıf mücadelelerinin de etkisiyle Batı’da sosyal devlet politikalarının uygulandığı bir dönemdir. Sosyal devlet, sınıf mücadeleleri sonucu elde edilen bir kazanım olduğu kadar, sosyalist ülkelerin ideolojik, felsefi, siyasal, ekonomik ve askeri baskısı sonucu emperyalist ülkelerce toplumsal muhalefeti yatıştırma amacıyla da geliştirilmiş bir modeldir.

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş dinamiğinden beslenen kamucu, halkçı özellikler ile sosyal devlet politikaları tam 2. Savaş sonrasındaki kavşakta buluşmuştu. Türkiye bu özelliğini 1980’lere kadar korumuştur.

***

Sosyalist hareketin Cumhuriyete yönelttiği eleştiri ile gerici eleştiriyi birbirine karıştırmamak gereklidir. Bizim eleştirimiz tarihsel olarak ilerici, kategorik bakımdan ise devrimci ve toplumcu bir eleştiridir. Dolayısıyla kapitalizmi ve moderniteyi aşma kapasitesine sahip biricik eleştiri sosyalist itirazdır. İslamcıların, muhafazakârların ve liberallerin eleştirileri ise tarihsel bakımdan gerici, kategorik olarak da karşı devrimci bir eleştiridir.

İşte tam bu noktada liberal bir ideolojik hile yapılarak Cumhuriyete yönelik gerici eleştiri ile devrimci eleştiri birbirine karıştırıldı. Bu iki tarihsel itiraz bir ve aynı şey gibi gösterildi. Gerici-muhafazakâr tepki tıpkı devrimci eleştiri gibi “demokratik” bir itiraz gibi sunuldu. Böylece hem solun, hem de toplumun modernleşme ve aydınlanmadan yana güçlerinin gericiliğe karşı mücadele refleksi kırıldı.

İdeolojik hileye ve dolayısıyla aydın ihanetine dayalı bu destek, Türkiye gericiliğinin başarısında önemli, hatta belirleyici bir rol oynadı.

Bir ulus inşası ve kapitalist modernleşme projesi olan Cumhuriyet, kaçınılmaz olarak bütün burjuva devrimleri gibi aydınlanmacı, laik ve pozitif bilimleri esas alan bir sistem kurmak zorundaydı. Öyle de yaptı.

Bu özellikleriyle nesnel olarak modern sınıfların oluşumu ve sosyalist hareketin gelişiminin maddi ve kültürel temellerinin gelişiminde de büyük ve belirleyici bir rol oynadı.

***

Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit ediyor. İnsanlığa verebileceği yeni hiçbir şey kalmadı. Durum böyle olunca, burjuvazi egemenliğini sürdürmek ve insanları yönetebilmek için bir önceki çağın kültürüne ve ideolojisine iltica ediyor. Dini yeniden keşfediyor, insan aklını kutsal metinlerle yeniden teslim almaya çalışıyor.

Dünyanın periferisinde toplumlar çözülüyor. Özgürlük anlayışı cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestîsine indirgeniyor. Sınıfsal, hatta ulusal kimlikler silinmek isteniyor. Bu kimlikleri oluşturan zemin parçalanıyor. Modernitenin bir ürünü olan "vatandaşlık" hukuku bile geriye çekiliyor.

Ergenekon ve Balyoz davalarının Türkiye bakımından tarihsel anlamı budur. Yargılananların özel kimliklerinin burada bir önemi yoktur. Sol’un büyük bölümü ne yazık ki bu durumun ve tehdidin farkında değildir.