Ramazan sohbetleri

Dün Mersin'de beş yaşında bir çocuğun anaokulundan eve “umut dolu bir ölme isteği ile dönüşü” haberlerini okuduk.

“Değerler eğitiminde” çocuğa cennetin ne kadar güzel bir yer olduğunu anlatmışlardı ve çocuk evine döndüğünde annesine “hemen ölüp cennete gitmek istediğini” söylemişti.

Haberi okumuşsunuzdur, dehşet içinde kalan anne soluğu okulda alıyor.

Günün sonunda, Milli Eğitim Müdürü, “olayın kötü niyetli kişiler tarafından” abartıldığını söylüyor.

Akla ilk gelen soru şu olabilir aslında: Sırada ne var? Çocuklara, alelacele cennete gitmek yerine biraz sabredip bellerine bağladıkları bombalarla kafirlerin arasına dalıp kendilerini patlatmaları durumunda doğrudan birinci mevki, şehitlere özel peygamber yanı süitlere hak kazanacaklarının anlatılması mı?

Gerici bayağılık dehşetli bir amok koşusunda... Bu resim de bunun bir parçası.

Ben de herkes gibi gergin dakikalar boyunca Milli Eğitim Müdürü, müftü, değerler eğitimcisi, imam, okul müdürü, mübaşir, orta hakem, trafik lambası, artık elime ne geçerse saydırdıktan sonra biraz durulabildim.

Ve sonra o gün orada neler olmuştur diye düşündüm.

Yani çocuğa “cennet çok güzel bir yer, hepimiz koşa koşa ölmeli ve oraya gitmeliyiz” denilmiş olamaz. Daha doğrusu, bundan başka ihtimaller de var.

Bir kere çocuklara belli ki cennet ve cehennemden söz edilmiş. Cehenneme ilişkin kısa tariflerle yetinip, çocukları korkutmamak gibi bir pedagojik (!) hassasiyetin gösterilmiş olduğunu tahmin edebiliyoruz.

İlla ki cennetin güzellikleri, sonsuz mutluluğu üzerine de konuşulmuştur.

Yatma saatleri yok, bamya yok, çilek ve kiraz bolluğu var, üstelik ne kadar yesen de karnın ağrımıyor. Ay sonuna yakın sinirli anne baba kavgaları, kapıyı yumruklayarak kira isteyen ev sahibi amcanın korkutucu haykırışları, annenin eve zil zurna sarhoş gelen babanın suratına, çocuğa öğretmeninin istediği defterle kalemi alamadığını ağlayarak çarpmaları yok, annenin ümüğünü sıkan baba yok...

Çocuk bunları dinledikten sonra “hemen ölmek istemiş” olabilir... mi?

Sanmıyorum. Evrimsel olarak, bu tür “basit” kurtuluş yollarına yatkın değiliz.

“Gerçek kesit” kıvamında spekülasyona devam edeyim.

İhtimaldir ki, çocuklar “peki nasıl gidebiliriz” ya da “yani biz günah işlersek oraya gidemiyor muyuz” sorularıyla “değerler eğitimcisi”ni bir miktar sıkıştırmışlardır.

Eğitimcimizin (!) çocuklara, kendileri için “günah defteri”nin henüz kapalı olduğunu, buluğ çağına kadar sorumlu sayılmayacaklarını anlatıp, “buluğ çağına gelmemiş çocuklar öldüklerinde cennete giderler” demiş olması çok muhtemeldir.

Evet, kabaca 9 – 15 yaş arasına tekabül eden ergenliğe giriş öncesinde çocuklar dinsel sorumluluk taşımıyorlar. Doğrudan cennete gidiyorlar.

Çok karıştırdığımı, meselenin buraya gelmesinin saçma olduğunu düşünmeye başladınız.

“Bize ne o gün çocuklara söylenmiş olabilecek şeylerin doktriner temellerinden” diyor olabilirsiniz.

O zaman bir soruyla bu kısmı bitireyim: “Sevgili çocuklar, siz daha çocuk olduğunuz için günahlarınızdan sorumlu değilsiniz. Yani her durumda günahtan uzak masumlarsınız. O yüzden ölürseniz cennete gidiyorsunuz” diyen değerler eğitimcisine “Peki bu hikayeleri biz niye dinliyoruz o zaman” demiş bir çocuk çıkmış mıdır? Ben bu soruyu soruyorum bir süredir.

Ve yanıtım da şu oluyor: Şanslarını biraz daha zorlarlarsa fazlasını da göreceklerdir.

* * *

Said-i Nursi, İman ve Küfür Muvazeneleri derlemesinde yer alan tefekkürat ve felsefiyat paragrafat-ı fikriyatında, islamı yayma misyoniyatının önemli bir aktüel sorununa değinir. Sorun çağın nesnelitesi ile ilgilidir. (*)

Daha fazla sulandırmadan: Nursi, islam peygamberinin yaşadığı dönem ve coğrafyadan farklı olarak “günümüzde” insanın nefsine sunulan maddi ödüllerin çok baştan çıkarıcı olabildiğine işaret ediyor. Açıkça, ahiret korkusunun 1500 yıl önce yaşanan bir kesitte nefsin önüne çıkan “günah” fırsatlarına kolaylıkla galebe çaldığını ama “günümüzde” durumun bu olmadığını söylüyor.

Açıkça, insanların (sıradan insanların, şahların, sultanların değil) bu dünyada önlerine çıkan dünyevi ödüllere kanmamaları için ahiret korkusunun, dünya yaşamı sonrasında alınacak cezaların korkusunun yeterli olmayabildiğini ifade ediyor.

Nursi, bu yüzden bu çağda islam davasını yayanların ödül ve cezanın bu dünyada da olduğunu anlatmaları gerektiğini savunuyor. Politik olarak bir sorun da yok aslında. İslam peygamberi dinini yayarken, bu espriyi fazlasıyla değerlendirmiş. Lut kavmi, Nuh'un kavmi vs. bir dizi mesel özellikle Allah'ın yoldan çıkanlara bu dünyada nasıl cezalar verebildiğini, iman edenleri ise nasıl ödüllendirip, bağışlayabildiğini (bu dünyada) göstermekte.

Bana sorarsanız, politik olarak sorun yok ama felsefi olarak çelişki büyük. Nefsini Allah korkusu ve Peygamber sevgisi ile terbiye etmesi önerilen ümmetin ödülü ve cezayı bu dünyaya taşıması diyalektik akla pek güzel sığar da dinin dogmatik mantığı için ancak “tatava yapma bas geç” argümanı ile kabul edilebilecek bir şey.

Gülencilerin, özellikle televizyon pratiklerinde çok dikkate aldıkları bir yaklaşım bu. Hatırlarsanız, Samanyolu'nun çoğumuza absürt gelen dizileri tam olarak buradan hareket ediyordu. Hata yapan, “kötü” davranan, günaha sapan “kahramanımız” sadece “salavatsız, erken gidişi” ve “bir tövbe etmeye dahi vakit bulamamış olması” nedeniyle öbür tarafta acı çekmiyordu. Gidişin kendisi de doğrudan yaptığı yanlışların ürünü oluyordu.

Peki buradan nereye gelmiş oluyoruz?

Kabul etmeliyiz, oldukça maddiyatçı bir islamımız var.

Materyalist mi demeliyiz acaba?

 


(*) Kelime uydurmak, farklı kökenlerden kelime köklerini başka dillerin kurallarıyla türetmek bana sorarsanız zeka ve eğitilmemişliğin birlikte varlığına işaret ediyor. Kalabalık yüzyılın iki önemli Kürt kişisinin ortak özelliğinin bu olması, Kürtlükle değil andığım durumla ilgili bence. Osmanlıcanın zaten biraz böyle bir dil olduğu açıklaması da Said için yeterli sayılamaz. Nursi, bildiği konuştuğu tüm dilleri büyük bir serbestlik içinde birbirine karıştırırken, delilik sınırlarını aştığından hiç kuşku duyamayacağımız zekasının sağladığı bir özgürlük alanını kullanmakta ve fakat bu aynı zamanda disipline edilmemiş, kötü eğitilmiş, “kalabalık yüzyıl” dediğim 20. yüzyılın sıcak ve karmaşık çorbasını lüpletmek dışında bir şekillenmeye fırsat bulamamış “eğitimsiz” bir aklın da işareti olmaktadır.

İhtiyaç varsa eğitimsizliği biraz daha açayım: Sözgelimi, bir yıl mühendislik, bir yıl tıp ve bir yıl da tarih okumuş birisi de (imam hatip yeni modellerde yüklü geliyor zaten!) tam olarak eğitimsizlik dediğim şeyin içine girer. Zeka ise zaten insanlığın tanıdığı en büyük tuzaktır. Belki hırsla beraber.