Patronlar diktatörleri sever

Patronlar demokrasiyi niye severi konuşmuş olduk. Kendi iç dengelerini kurmak, patronların egemenliğine dayanan düzenin bekasını bizzat patronlara karşı korumak için, kendi sınıf körlükleri nedeniyle uçurumdan aşağı yuvarlanmalarını önleyecek bir “üstyapı” denetimini sağlamak için ve elbette sömürülen sınıflarda kendi kendilerini yönetiyor oldukları yanılsamasını beslemek için.

Patronlar niye demokrasiden vazgeçerler? Bu soruya sıra geldi.

Öncelikle durumu resmedelim.

Siyasetin alanının daraldığı, farklı alternatiflerin kendilerini ifade etme, yarışma ve belki seçilme olanaklarının baskıcı yöntemlerle ortadan kaldırıldığı, devlet iktidarının ve buna dönük siyasetin merkezileştiği ve çok sesliliğin bastırıldığı durumlardan söz ediyoruz.

Bunun sadece sopayla sağlandığını, yani zor aygıtlarının kontrolünü elinde tutanların bunları kullanarak kontrolü tümüyle ellerine aldıklarını varsaymayalım. Böylesi bir “merkezileşme” zor kadar meşruiyetin de devreye girmesiyle gerçekleşebilir.

Böylesi durumları, sermaye sınıfı, kapitalist toplumun egemen sınıf bloğu tercih eder mi?

'ÇOK SESLİLİK GÜZEL DE GÜRÜLTÜSÜ KÖTÜ'

Kimilerine göre bunun mümkün olması, bizzat burjuvazinin kendisinin dejenere olmasıyla ilgili olabilir. Hiç de öyle olmadığını biliyoruz. Patronların demokrasiyi, çoğulculuğu, çok sesliliği sevmesi için çok neden olan zamanlar kadar, bunlardan kolaylıkla vazgeçebilmelerini sağlayan zamanlar da yaşanabiliyor.

Siyasetin bir merkezde toplandığı, çoğu zaman “kuvvetler ayrımının” da ortadan kalktığı bu anlar, patronlara rağmen değil, patronların rızasıyla gerçekleşiyor. Doğrudan onların iradesiyle değilse eğer...

Bunun bir nedenini herkes biliyor: İşçi sınıfı ve emekçi halk sermaye egemenliğini tehdit eden bir etkinlik kazandığında, patronlar o pek sevdikleri demokrasi oyununu tatil etmeye yatkın olabiliyorlar. Bunu becermeye aday siyasetçiler ortaya çıkıp kendilerini gösterdiklerinde, gerçekten bastırabileceklerini hissettirdiklerinde patronların da sevgisini kazanıyorlar.

DEMİR YUMRUK DA LAZIM BAZEN

Bir başka neden, sermaye sınıfının iç dengeleri ile ilgili. Baskıcı yönetimlere zemin kazandıran, onların önünü açan bazen doğrudan sermaye sınıfının iç çatışma ve gerilimleri olabiliyor. Patronlar, kendi sınıf körlüklerini, bencilliklerini dengelemek için “demokratik gelenek”ten medet umabildikleri gibi bir demir yumruktan da çözüm bekleyebiliyorlar.

Düzen siyasetinin iç gerilimleri, kayıkçı dövüşleri bazen düzeni tehdit edecek düzeye ulaşıyor ve “ülkenin en önemsiz adamı, bir anda en önemli adam” haline gelebiliyor. Patronlar içlerinde yaşadıkları kakafoniye bir süreliğine de olsa ara verecek bir demir yumruğu düzenin bekası için yararlı bulabiliyorlar.

Çok uzatmayalım.

Patronlar demokrasiyi, ara sıra ona ara verecek kadar seviyorlar. Bu aralar bir egemenlik aracı olarak demokrasinin yan etkilerinden kurtulmaya yarıyor.

Patronlar, zaman zaman bir “tek adamın” çıkıp onları hizaya sokmasından haz duyabiliyorlar. Mazoşist oldukları için değil. Bu yeniden hizalanmanın, iç sorunları çözmek ve emekçi sınıfları bastırmak için yararlı olduğunu görüyorlar.

Bütün bunlardan sonra şuna da işaret etmemiz gerekiyor: Paranın saltanatı altında baskı dönemleri, “burjuva demokrasisinin” rafa kalktığı değil, bakıma girdiği dönemler olarak da yaşanabiliyor.

Kesin olan, tekellerin egemen olduğu modern burjuva toplumu için “faşizmin” stabil ve kalıcı bir “rejim” tanımı olmadığı, demokrasinin kesmediği yerde sermaye egemenliğini pekiştirmek için devreye giren “bakım dönemleri” olabildiği.

Tabii bununla beraber, demokratik yönetim dönemleri olduğu varsayılan dönemlerin de pekala “faşizan” unsurları taşıyabildiği.

Manyak ve fırsatçı bir diktatörün kurduğu “tek adam yönetimi” kavrayışından vazgeçelim artık. 1851 milatlı Bonapartizmden beri, burjuvazinin toplumsal meşruiyet krizine “direksiyonu bana bırakın ve çenenizi kapayın” diyerek yanıt veren ve bu sayede “tek adam” olarak öne çıkan isimler var. Bu kapitalizmin bir gerçeği, demokrasiyi çok seven patronların ara sıra hiç de demokratik olmayan bu “rejimi” benimsemek zorunda olmaları ile ilgili. Üstelik Bonapartizmden bu yana değişen çok şey var. Tekelci kapitalizmde “tek adam” sadece yüzeydeki bir görüntü. Büyük tekellerin dümeni dönüyor ve “direksiyonda kim var, niye tek bir direksiyon var” gibi tuhaf tartışmalarla vakit öldürmenin alemi yok.

TEORİNİN SIRLARI VE SINIRLARI

Marksizmin bir tür tarih şeması çıkartarak toplumsal gelişmeyi safhalara ayırması, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sınıfsız toplum gibi toplumsal gelişim düzeyleri tanımlaması ne kadar yerinde ve meşru ise, devletin, bir sınıf egemenliği aracı/alanı olarak siyasetin benzer şekilde (tabii bu sefer zaman ekseni yerine mekan/koşul ekseni koyarak) şematize edilmesi, kadranlarla tarif edilmesi o kadar yersiz görülmelidir.

Sermaye egemenliği, bir tarih teorisi içinde kendi başına anlam kazanan “teorisi yapılacak” bir aşama olabilir.

Faşizm, parlamenter demokrasi, teokratik yönetimler vs. için aynı şey söylenemez. Bunların kendi başına tanım kazandıkları “teorileri” yapılamaz, sınıf egemenliğinin ve sınıf mücadelesinin teorisi bunlara açıklamalar getirir.

Yanisi şu: Sermaye sınıfının siyasal temsilinde, sermaye partilerinin dağılımında ve yerleşiminde kesin belirlemelere gitmek, “şimdi faşizm zamanı” ya da “parlamenter demokrasiye geçiş sancıları” gibi tespitlere gitmek ciddi yanılgılara kapı açar.

Devlet sermaye egemenliğinin aracıdır, siyasetin nasıl yapılandırıldığı da bu rasyonelle (sermaye egemenliğinin sürdürülmesi) belirlenir.

'ARADA ÇİN SEDDİ YOK'

Çok sesliliğin, farklı çıkarların farklı siyasal partiler aracılığıyla temsil edildiği, kesimsel çıkar çatışmalarının dışa vurulduğu farklı vizyonların masada kendine yer bulabildiği, çoğulcu ve demokratik yapılar, “demokratik rejimler” ile siyasetin daraltıldığı, iktidarın belirli bir merkezde toplandığı, baskıcı ve “tekçi” yönetimler arasında kesin tarihsel sıçramalar/ayrımlar olduğu bir yanılsamadır.

Bunu belki de en iyi yaşadığımız ülkenin yakın tarihi gösteriyor.

Kesin ayrımlar iki sınıf ve onların siyasal temsili arasında var.

Belirgin sıçramalar iki sınıfın mücadelesi sonucu ortaya çıkan toplumsal ufku olan siyasal devrimlerle yaşanıyor.