Patronlar demokrasiyi sever

“Faşizm tahlilleri...”

Geçtiğimiz yüzyılda marksistlerin ve devrimcilerin teorik tartışma gündeminin merkezinde sıklıkla bu durdu.

Hatta “1970’li yıllarda Türkiye solu ülkenin sınıfsal tahlili gibi konuları bir kenara koyup, faşizm tahlillerine yoğunlaştı dersek” yalan olmaz.

1960’larda “sosyalist devrim mi milli demokratik devrim mi” sorusu sihirli ve acil soruydu.

“Sivil faşist, resmi faşist” “askersel müdahale, faşist diktatörlük” gibi kavram çiftlerine dönük tercihler onun yerini aldı.

Uzatmayalım...

Kendi teorik tarihimizdeki en önemli gariplik, temelde “sınıflar siyasette nasıl temsil edilir ve sınıf egemenliğinin siyasal üstyapısı olarak devlet nasıl oluşur” sorusunun faşizm tahlillerinde adamakıllı çarpıtılmış olmasıdır.

Nedeni açıktır: Nerden çıktı bu faşizm ve hangi sınıfsal zemin üzerinde yükseliyor sorusunu çok verimli kılabilecek olan marksistler, “faşizme karşı mücadele” sloganının (ve pratik ihtiyacının) baskısı altında bunu yapamamıştır.

Bir tarih yazısı değil okuduğunuz, “teorik” olma kaygısınıysa hiç gütmüyor. Okurun, kestirme yollara girmemi mazur görmesini isteyeceğim ve bu noktaya geri dönmek üzere başlıktaki teze geçeceğim.

* * *


Toplama kamplarının girişine yazılmış bu sözler Nazi kabusundan 74 yıl sonra Volkswagen patronunun bir şirket toplantısında yaptığı soğuk bir şaka olarak dünyanın karşısına çıktı: Çalışmak özgürleştirir. Esirlerden ve kıyıma hedef olan yurttaşlarından dev çalışma kampları yapmıştı Naziler ve soğuk faşist mizahın bir ifadesi olarak bu sözleri kampların girişine yazmışlardı: Arbeit macht frei! "Das auto" yıllar sonra bu sloganı bir şirket toplantısında canlandırmaya kalktığında az faşist çok soğuk bir şakayı yapıyordu: EBIT macht frei. Patron özürler diledi. Yanlış ifadeyi seçtiğini söyledi, "böyle konuşmamalıydım" dedi. "Hele" diye devam etti, "Volkswagen'ın Üçüncü Reich ile bağlantılı özel bir tarihi sorumluluğu olduğu da biliniyorken!" O da bir patrondu ve demokrasiyi seviyordu. En azından sevmesi gerektiğini iyi biliyordu.

 

Bütün patronlar demokrasiyi sever. Sermaye sınıfının modern devlet için siyasal tercihi demokrasidir.

Ve buradaki “demokrasinin” içeriği emekçi sınıfların talep ettiği, ihtiyaç duyduğu demokrasinin içeriğiyle sıklıkla ilgisiz, bazen taban tabana zıt, bazen de sonuçları açısından karşıttır.

“Partronlar neden demokrasi ister?” sorusunun, sıralaması somut duruma göre değişen yanıtları var. Önce bunlara bir bakalım.

1. Burjuvazi, yani patron sınıfı, örneğin soylulukla karşılaştırıldığında daha birleşik, hatta daha enternasyonalist görünse de, çok güçlü bir iç rekabet ile tanımlanır. Patronların Dünyası’nda her türden ortaklığın, geçici ve kalıcı birleşmelerin, konsorsiyumların, uluslararası örgütlerin çokluğu bile esasen kapitalizmin ruhunu oluşturan rekabetçiliğin bir sonucudur.

Birbirinin gözünü oymaya her zaman hazır patronların oluşturduğu burjuva sınıfı, kendi iç ilişkilerini düzene sokmak için bile demokrasiye ihtiyaç duyar.

Ahbab çavuş kapitalizmi denilen türde örneklerin bolluğu, devlet iktidarının bir zenginleşme ve birikim kaldıracı yapılmasının neredeyse evrensel bir kural olması bunu yanlışlamaz. Tersine, sömürücü sınıfın en azından kendi içinde dengeleri kuracak bir “demokrasi ilkesine” ne kadar ihtiyacı olduğunu gösterir bunlar.

Demokrasiyi ve bireyi birer ideolojik kutsal sayan sınıfın her ikisine sıklıkla ihanet etmesi kabuğu sıyırıp karpuzun içine baktığımızda hiç şaşırtıcı değildir. Sıklıkla ihanet ederler ve demokrasi onlar için olmazsa olmazdır.

2. Patron sınıfı, siyasete ve devlete kendi sınıfsal kontrol (egemenlik) aracı olarak ihtiyaç duyduğu kadar, kendisini kontrol altına alacak bir “uzman” yapılanma olarak da ihtiyaç duyar. Kapitalist ülkelerde çok övünülen “devlet geleneği” esasen çağdaş bir nitelemedir. Sahibinin gündelik ihtiyaçlarına zaman zaman “dur” diyecek feraseti de olan bir uzman yapılanma, sahibini kendi aç gözlülüğünden korumak için de vardır.

Bunun için, yani gerektiğinde patronları da kontrol edecek, onları kendilerinden koruyacak bir devlet için “demokrasi” ilkesi bir mantıksal zorunluluk sayılamaz. Ama “doğal” bir sonuçtur. (Siyasette entropi yasası gibi düşünebiliriz. Mantık olarak şart değildir ama en uygun sonuç olarak demokratik devlet doğal bir sonuç olarak çıkar ortaya.)

Devlet, patron sınıfını kendinden korur, demokrasi ilkesi ise devletin “bozulmasına” engel olur.

3. Sınıflı toplumların tarihinde, azınlık egemenliği bir kuraldır. Öte yandan çağdaş kapitalist dünyada matematiksel olarak bu kuralın dev bir ölçeğe ulaştığını söyleyebiliriz. Feodal egemenlik öyle ya da böyle bireysel olarak egemenlerin refah ve tüketim önceliği kazanmasına hizmet ederken, kapitalizmin egemenleri “tek başlarına yiyemeyecekleri” büyüklükte bir bireysel servetin sahibidir.

Üstelik, bu zenginleşmeyle oturdukları tahtırevallinin karşı tarafında, çok bitişik nizam yaşayan, kolaylıkla birleşebilen ve büyük bir güce sahip olan emekçi sınıflar durur.

Bu durumda patronların kendi egemenliklerini tüm toplumun çıkarına ve tüm toplumun rızasıyla kurulmuş bir durum olarak sunmaları hayati önemdedir.

Burjuva demokrasisi, patronların yönetimi paylaşarak (!) yönetmelerinin bulunmuş en iyi ve hatta tek biçimidir.

Zorbalık, böyle bir dünyada bütün yükü kaldırabilecek bir şey değildir. Paranın hükmettiği burjuva demokrasisi yılanı deliğinden çıkarmaz ama emekçi kitleleri deliğine geri iter.

Sonuç olarak patronlar demokrattır. Demokrasiyi severler. (Tabii onlar demokrasiyi seviyor diye demokrasinin de onları sevmesi şart değil.)

Buradan neler çıkartabiliriz?

Öncelikle, komünistlerin burjuva demokrasisine dönük inançsızlıklarının bir dogma, kaba bir inat olduğu çıkabilir mi?

Hayır, çünkü komünistler burjuva demokrasisine inanırlar: Vardır! (Tıpkı materyalistlerin tanrıya inanması gibi: Tanrı şüphesiz ki “vardır.” İnsan zihninde ve toplumsal pratikte!) Ama varsayıldığı kadar kutsal, varsayıldığı kadar tutarlı ve varsayıldığı kadar “demokratik” değildir.

Sonra, komünistlerin iddialarının aksine faşizmin patronların iradesiyle ortaya çıkan bir hareket olmadığı, kapitalizmin bir ürünü olarak görülmesinin yanlış olacağı, sermayenin (ve tabii emperyalist sermayenin!) faşizmden mesul olmadığı çıkabilir mi?

Kafatasçı, milliyetçi, avrasyacıların günahı olamaz mı faşizm!

Hayır. Buraya kadar söylediklerimizden hareketle pekala bu yanılgılara kapı açılabilir ama ötesi vardır ve aslında patronların faşizm bağımlılıkları onların demokrasi sevgisi kadar doğal ve mantıklıdır.

O zaman, faşizmin kapitalist devletin bir modu olarak ortaya çıkışını “patronlar demokrasiye niye ihanet eder” sorusunu sorarak yanıtlamamız gerekiyor demektir.

Onu da yarın yapalım.

Başlığını “Patronlar faşisttir” diye atalım mı?

Atmayalım.

Haksızlık olacağından değil.

Faşizmin sermaye egemenliği için bir olağanüstü durum olduğunu unutmuş oluruz, bu bir.

Faşizmin bütün günahını sermaye sınıfına yüklemiş oluruz, bu iki. Oysa “faşizm devrimini yapamayan işçi sınıfına verilmiş bir cezadır.”

Arkası yarın...

Dipnot/hamiş niyetine: Yarından önce bir şeyi vurgulayayım: Bir olağanüstü durum olduğu, iyi tanımlanabilir bir rejim olmaktan çok bir mod/durum olduğu ölçüde, faşizm tanımları yapmaktan çok, faşizan öze ilişkin bulguları sınıf egemenliği, siyaset ve devlete ilişkin açıklamalar yaparken değerlendirmek yoluna gitmek iyidir.