Haşişiler

15 Temmuz’dan sonra yeniden günün konuları arasına girdi. Gülen militanları vesilesiyle. Sümüklü fanila fetişisti topluluk, Hasan Sabbah’ın fedailerine benzetiliyordu.

Hasan Sabbah. Nızarilerin önemli ismi. Şia’t Ali’de köklenen çok sayıda hareketten biri Nızariler. Sabbah çevresinde yaratılan hikayelerde bol abartma var. Hareketin mensupları sadece kendi siyasi tarihlerine değil, dinsel doktrine ilişkin de fazla yazılı iz bırakmamaya dikkat etmiş. Ya da belki bu izler derinlemesine araştırmalar öncesinde pek görülür durumda değilmiş. Böylece Hasan Sabbah ve Elemût isimleri çevresinde uydurulan etkileyici hikayeler, gerçeğin önüne çok geçmiş.

Son iki yüzyılda çok fazla belge ortaya çıkarılmış, ciddi tarih çalışmaları ile “hikayelerin” yerini tarihi gerçekler almış ama çok fazla bir şeyi değişmiyor.

Haşiş, Canabis’in bir adı. Hint Keneviri. Haşhaş (bildiğimiz afyondan farklı olarak) haşiş yutan anlamına geliyor. Çoğulu da Haşhaşin.

En azından pop eğilimli Türkçe okurun yaygın bir yanlışı bununla ilgili. Hasan Sabbah fedailerinin afyon (haşhaş) kullandıkları, bunun için kendilerine Haşhaşi denildiği “bilgisine” sahip olanlar çok. Yüksek ünvanlı akademisyenler bile var aralarında.

Asıl mesele ise bu değil.

Son iki yüzyılın çalışmalarıyla ulaşılan kesin kanaat şu: Hasan Sabbah fedailerinin kendilerine verilen uyuşturucunun etkisine girerek siyasal suikastler düzenledikleri, liderlerinin haşişi (Canabis) onlar için yarattığı sahte cennetlerin anahtarı olarak kullandığı, bu şekilde koşullandırdığı fedaileri, çoğu bir tür intihar olan suikast eylemlerine güle oynaya yolladığı doğru değil.

Sadece romanlara değil, siyasal söylevlere hatta tarih kitaplarına malzeme olmuş bu hikayenin kaynağında ne var derseniz. Bunların, Nızari fedailerin saldırıları karşısında dehşete düşmüş haçlı komutan ve askerlerince üretilmiş olduğu söyleniyor.

İşin özü şu: Mezopotamya – Arap Yarımadası – Güney Asya hattında farklı kültür ve dinlerin etkileriyle yoğrulan şiiliğin bir kolunda, Haçlıların anlayamadıkları ve dehşete düştükleri bir feda kültürü var.

Marco Polo’nun gezilerinde şahit olduklarından çok, dinlediklerine dayandırdığı meşhur cennet bahçeleri hikayeleri de bu feda kültürünü anlamlandırmakta zorlananların hayal gücünü ifade ediyor.

İşin aslı, Batı’da genel kabul gören haşiş hikayelerini destekleyen hiçbir kayıt olmadığı araştırmacılar tarafından vurgulanıyor.

Ve Batı kaynaklı bu hikayeler, bugün Erdoğan gibi sünni “liderlerin” bile fikrini oluşturabiliyor.

Şiilik, onun etkin ve radikal kollarına kaynaklık etmiş İsmaililik hakkında karşıt islam mezheplerinin kara propagandasında da çok yeri yok üstelik, “sahte cennet” masalının.

Asıl dehşete düşen ve Nızari fedailerinin güç kaynağını “yaşlı adamın” oyunları ile açıklayan, Batılılar.

Daha gerçek tarih yazımları, fedailiğin kaynaklarını dinsel kültürün geçmişten devraldıkları ile ve daha çok toplumsal çatışmanın dinamikleri ile açıklıyorlar.

Ne yazık ki bu, milyonlarca insanın Alamut’un gözüpek fedailerini cennet bahçeleri ile kandırılmış, esrarkeşler olarak bilmesine engel olmuyor.

Hay allah!

Oysa ben bugün Nâzım Hikmet’in TKP’den nasıl atıldığı, Sovyetlerde nasıl zulme uğradığı, sanatçı duyarlılığı yüzünden orta zekalı komünist örgütçüler tarafından nasıl itilip kakıldığı, şair Mayakovski’nin de zaten Sovyet rejimi tarafından “intihar ettittirildiği” gibi konularda yazacaktım!

Sadece Nâzım Türküsü nedeniyle günahlarının yarısını hilafsız affedebileceğimiz ama gevezelikten, artık hiçbir karanlık yanı kalmamış konulardaki eskimiş uydurmalara düşkünlüğünden bir türlü vazgeçmeyen Zülfü’nün Tuhaf bir dergideki tuhaf söyleşisinden hareketle…

Ve belki iki satırla bağlayacaktım.

Nâzım ne güzel söylemiş:

İnsanların türküleri kendilerinden güzel…