Gömün ölüleri, yaşayan ölüleri

Zebercet’in Anayurt Oteli, romanından 15 yıl sonra 1987’de izleyicisine ulaşmış bir filmdi.
Eylülist demekte sakınca görmeyebiliriz.
12 Eylül ikliminin kendi etrafında yarattığı “yandaşlarının” dışında bir de karşı cephede yarattığı yıkıntıları vardı. “12 Eylülcü kim var?” Deseniz çok isim saymak mümkün değil. Ama herkes bir dönem 10 yıllığına Eylülist oldu demek yalan olmaz.
Taşra klişesi, gürültücü ama sessiz, tekdüze ve saldırgan bir topluluk karşısında içi boş bir yalnızlığın estetize edildiği, bu garip nihilist de değil, hiçliğin estetiğinin Zebercet’e kendini astıran bir finalle zirveye taşındığı bir film. 12 Eylül ikliminin aydına söylediği, bir otel katibine fısıldanıyor: Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla gibi...
“Çok yücelttiğiniz örgütleriniz kof bir yalandan ibaretmiş. Kapısında ‘burada allah (bile) yoktur’ yazılı işkencehanelerde sizi yalnız bıraktı, daha kötüsü yan odada isimleri şakıyan nemrut örgüt sorumlusundan ibaret artık o. Hem zaten neydi o? Bacılar filan. Kalın bıyıklı, sert bakışlı ‘dövrimci’ klişeleri. Biraz acıycak sonra geçecek. Ve yalnızlık iyi gelecek sana. Sıkılırsan, kendini as. Hiçlik bundan niye daha kötü olsun ki?”
Bunların söylendiği Eylülist iklimde söyledikleriyle ve aslında daha çok söylemedikleriyle kaba sözün parçası oldu Anayurt Oteli. Kanımca...


Yıllar ve yıllar sonra, bu Eylülist verimi gömenin Nuri Bilge Ceylan olması çok hoş değil mi?
Taşralı, hem de tam “taşra sıkıntısı” ile oynaşması ile “NBC” klişesini yaratmış NBC, Ahlat Ağacı’nda bir yandan şu gri, sıkıcı ve kaba taşra klişesini gömdü bir yandan da “kendini asmaya değecek kadar sıkıcı ve yalnız hayatlarımız” zırvasını.
Okuduğum film eleştirilerinde rastlamadığım, belki gözlerden kaçmış, belki benim uydurduğum bir şeydir: Ahlat Ağacı iki yerde çok sert ve bir o kadar da muzip bir oyun oynuyor izleyiciye, daha doğrusu Zebercet'e! 
Kaba ve kolay bir özet vereyim önce: Sinan yazar olmayı aklına koymuş, askerden yeni dönmüş bir Bigalı (Düzeltme: Çan'lı). Babasıysa köylünün su çıkmaz dediği yeri inatla kazacak kadar “zıt” maaşını kumara yatırdığını düşünenlerce çevrili olmayı takmayacak kadar yaban bir öğretmen. (Dedim ya kabası...)
Sinan uzaktan bir ağacın dibinde görüyor babasını. Ağaçta bir ip de asılı! Gergin bir biçimde ağaca doğru gidiyoruz Sinanla. Babanın gözlerinde karıncalar geziyor. Ve birden açıyor gözlerini. “Kendini astı o ağacın dibinde.” Dediğimiz adam, aslında uyuyakalmış özgürce kendini bıraktığı kırda.
İkinci olaysa filmin sonunda. Sinan kayboluyor. Babası uyukluyor. Uyanıp ararken Sinanı, o kazdığı kuyuya sallanan ipi görüyor. Babayla birlikte kuyunun başına geliyoruz. Sonunda taşraya, yalnız kalmaya, kıymeti bilinmezliğe, başaramamaya teslim olan oğlun kendini ipin ucunda kuyuya sallandırıp, Zebercet gibi asışını görmek için eğilip baktığımızda, köylünün “su çıkmaz” dediği kuyuya kazmasıyla girişmiş Sinan’ı görüyoruz.


Anayurt Oteli onyıllar önce bir otel odasında Zebercet’i asmıştı.
Ahlat Ağacı, Zebercet’i gömdü: Bize ne taşra klişeleri lazım artık, ne kendini asan yalnız sosyopatlar. Bize Bigalı seramik işçileri lazım, atanamayan öğretmenleri içinde. Kör lambalı oteller sizin olsun, taş ocakları, köprüler, gemiler ve kitabevleri...
Zamanıdır. Ölüleri gömün. En başta yaşayan ölüleri.
“Bu ülke bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” mızırdamalarıyla aylarını geçirip, burjuva siyasetinin Şaban ayı geldiğinde “AKP’yi geriletmek için” CHP’nin hangi sağcılığı yapmasının daha uygun olacağı üzerine yüksek matematik formüllerini biz fanilerle paylaşan ölüleri ise Allah’a bırakın.
Onları bildiği gibi yapsın.
* * *


Bu arada “allah onları bildiği gibi yapsın” da demişken...
Recep İvedik 6 (vardılarsa eğer) “gelsin de izleyelim” diye bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmak pahasına Ocak ayını pas geçebileceğini açıklamış. Salonlar ve dağıtım şirketi arasında bağzı sorunlar yaşanmaktaymış filan.
Sinemanın AVM müştemilatı gekkürük gükkürük “bişey” haline getirilmesinde payı olanlar şimdi bu kültürün içinde yerini yapmış tekelle boğuşuyor. Bir de milletin “evde oturup tavla oynayalım, yutuba bakalım, olmayan paramız AVM’lerde gitmesin bu krizde” kültürüne yönelmesi eklenirse kendini ışıltılı hamburger kokulu AVM’lerin kucağına bırakmanın bedelleri de ortaya çıkabilir sanırım. Bu bedeli hep beraber ödeyeceğimiz de doğrudur tabii.
Şimdi bu nerden çıktı derseniz...
Nuri Bilge’nin en bilgece hareketlerinden birisi de hatırlarsanız bi ara “Anadolu’da” Recep İvedik’i gömüvermesi olmuştu.
“Yakışıyo mu böyle büyük yönetmene” derler mi?
“Marcinal fotoğrafçı seni. Milyonlarca izleyiciyi küçümse bakalım. Küçük olsun benim olsun ha?” derler mi?
“Senin için biraz küçük, nasıl diyim biraz bayağı bir hedef değil mi? Gerçekten bir tiraj kıskançlığı denilmez mi buna dostum?” diyen olur mu?
Bunları hiç dert etmeden gömmüştü.
Ne gömmüştü ama!