Sefahat ve şatavatın tetiklediği bir isyan girişimi: 1859 Kuleli vakası

Abdülmecid diyorum; bakıyorum da neler çekmiş  karılarından, kızlarından,  damat takımından. Yazılanlara göre kız çocuklarının çoğu bebekken öldüğünden  ancak dokuz adedinin mürüvvetini görebilmiş ama  bazıları boşanıp yeniden evlendiğinden damat sayısı bir hayli fazla ve müsriflikte birbirleriyle yarışıyorlar. Kızlar alışveriş için Beyoğlu’na çıktıklarında  Galata’nın Yahudi bankerleri ellerinde boş senetler koşturmacasına arkalarında!   

Abdülmecid Avrupalı prensler gibi eğitilmiş yeniliklere açık bir padişahımız. Hepimizin bildiği gibi Müslim- gayrimüslim bütün Osmanlıları kanun önünde “eşit” kılan; vergide adalet, ibadette özgürlük vadeden, kötü muameleyi yasaklayan, azınlık haklarını koruyan Tanzimat (1839), Islahat(1856) fermanlarının imzacısıdır. Ayrıca; fermanların   sonuna ; “ Heman Rabbimiz Te’alâ Hazretleri,cümlemizi muvaffak buyursun ve bu kavanin-i müessesenin hilafına hareket edenler, Allahü Te’alâ hazretlerinin lanetine mazhar olsunlar ve ilelebet felâh bulmasınlar.Amin”, bedduasını da samimiyetinin karinesi olarak ilave emiştir. Hiç kuşkusuz  babası İkinci  Mahmut’un açtığı yolda giden yenilikçi  biridir. Modern  anlamda okullar,hastaneler,imaretler  yaptırıyor.Kendinden öncekilerden farklı olarak kamusal alana çıkmaktan çekinmeden  açılış törenlerine falan katılıyor, Büyükelçiliklere ziyarete gidiyor,  balolara katılıyor; bazı kaynaklarda vals yaptığını  bile okuyabiliyoruz. Ve beni en çok şaşırtan,  ilk kez “yurt gezisi” ne çıkan padişah olması. Evet, padişah olduktan sonra ”yurt gezisi”ne çıkıyor. Tamam, gittiği yer şurası, İzmit, hadi bilemedin az biraz ötesi ama,  öncekilerin  Üsküdar’a geçmelerinin  bile “ yorucu yurt gezisi” sınıfından sayıldığı düşünüldüğünde bizimkine “basbayağı seyyahmış yahu” demenin sakıncası yokmuş gibi geliyor  bana! Bir de çoğunluk;“incelikli, alçakgönüllü, erdemli” biri olarak yazıyor Abdülmecid’i. Bir de körkütük  oluncaya kadar içkiye olan düşkünlüğünü ilave ediyorlar ki bu ölçüde içmeyi  bir padişaha yakıştıramayanların sayısı bir hayli fazla… İçeride,İstanbul’da iklimi şöyle özetlemek mümkün görülüyor:  Padişahın kendisi,ikballeri,sair kadınları,damatları; saray harcamaları, sultan kızların düğünleri, şehzadelerin sünnetleri, gayet “müsrifane” bir yaşam; yaptırılan saraylar,köşkler,yalılar bunların “frenkvari” bir tarzda döşenmeleri akıtılan paralar. Daha beteri, bu harcamaların Kırım Savaşı nedeniyle  ilk kez yapılan dış borçlanmadan karşılanıyor olmasıdır. Yazının henüz giriş bölümündeyiz ve uzadıkça uzuyor ama devam etmek istiyorum zira yazarken bile sinirleniyorum ve kendimi tutamıyorum. Yani şu bildiğiniz Dolmabahçe Sarayı, halen ayakta olup olmadığını bilmediğim Adile Sultan Sarayı, bildiğiniz Çırağan Sarayı,kızları Cemile ve Münire için Fındıklı’da yaptırdığı Çiftesaraylar ve benzerleri Abdülmecid döneminde alınan borç paralarla yaptırılmıştır. Meşhur  Düyun-u Umumiye’nin başlangıcı olan bu borçlar hangi tarihte kapatıldı  dersiniz: 1954…Yani 100 yıl boyunca bu sevimli adamın karıları,kızları,damatları için yapılan harcamalar ödeye ödeye ancak 1954 yılında bitirilebilmiştir. Yani şimdikilerin  saray merakı  eskiye dayanmaktadır!  

Her neyse bu içerisi…Bir de dışarısı var: Kırım Savaşı…Şimdi Kırım Savaşı’nın gidişatına  değil; Rusya’nın Osmanlı topraklarında nufuzunun artmasından endişe duyan ve Osmanlının imdat çağrısıyla  İstanbul’a doluşan ve burayı  üç yıl boyunca merkez üst olarak kullanan Fransız,İngiliz,İtalyan subayları ile bunların peşi sıra gelen yaban tüccarların, gazetecilerin, diplomatların,bunların eşlerinin  İstanbul’un yaşantısında meydana getirdiği muazzam değişikliğe dikkat çekmek istiyorum. Dönemin tarihçisi Cevdet Paşa’dan yararlanarak yazmış Necdet Sakaoğlu ve şunları okuyoruz:  

“Kırım Savaşı yıllarında İstanbul’a gelen İngiliz,Fransız,İtalyan birlikleriyle subay ve diplomatlarının getirdikleri alafranga görenekler,orta halli aileleri bile tüketiciliğe ve lükse yöneltti(…)

Padişah kızları,kız kardeşleri de hiçbirinden geri kalmamak için hesapsız harcamalara Yönelmeleri aynı sıradadır.Saray kadınları dış dünyaya açılmakla kalmayarak alışveriş tutkusuna kapıldılar. Abdülmecid’in kadınefendileri, ikballeri,kızları arabalarla piyasaya çıkıp Beyoğlu kuyumcularında,mağazalarında alışveriş yapacak kadar özgürlüğe sahipti. Vezir

Eşlerinin,yüksek sınıf ailelerinin de onlardan kalır yanı yoktu.Abdülmecid’in saray Masraflarının dışarıya yansıyan üç yıllık borcu üç milyon keseyi geçmişti…”(Bu Mülkün

Sultanları,1999) Abdülmecid’,in şu sözlerine bakar mısınız:  “Avrupalı  kadınların kıyafetlerini pek cazibeli buluyorum. Bizim kadınlarınkine pek ziyade tercih ediyorum…”  Bu sözü duyan sultan

hanımları,kadınefendileri,ikballeri  tut bakalım tutabilirsen! Tutamıyorlar.Abdülmecid’in onlarca karısından  biri, Serfiraz Hanım, Beyoğlu mağazalarına  125 bin kese borca giriyor!

Ve birilerinin burasına geldiği anlaşılıyor. 14 Eylül 1859 tarihinde, yani Kırım Savaşı’nın bitiminden üç yıl sonra, İstanbul gazeteleri

“ihlâl-i asayiş” manşetiyle çıkıyor.  Gazeteler,”suikast” sözcüğünü  kullanamıyor  çünkü bu sözcüğün insanlarda  uğursuz bazı fikirler uyandırabileceği düşünülüyor.

Gazeteler bir yana, “suikast” sözcüğüne  kanun metninde dahi rastlayamıyoruz. Cevdet Paşa Kanunname’nin hazırlayıcısı ve şunları yazıyor: “Meclis-i Tanzimat azasından merhum Şevket Paşa ‘Padişah hakkında suikast kimsenin hatırına gelmemelidir. Bunu kanuna yazıp ilan etmek münasip olmaz’ demekle kanunda hükümdara mahsus maddeleri tayy (çıkarmak) ettirmişti”. Yazmaya cüret edilemiyor ancak Suikast yapmak için örgüt kurmaya cüret edenlerin  olduğu anlaşılıyor. Şeyh Ahmet, Çerkes Hüseyin

Daim Paşa,Cafer Dem Paşa, Arif Bey,Binbaşı Rasim Bey hükümeti devirmek padişaha suikast yapmak üzere bazı tarihçilere göre adı  Fedailer Cemiyeti, bazılarına göre Muhafaza-i Şeriat olan gizli bir örgüt kuruyorlar. İhbar ediliyorlar. Toplantı halinde  iken yakalanıyorlar. 

Yargılamalar Kuleli kışlasında yapıldığından tarihçiler bu olay tarih kitaplarına Kuleli Vakası adıyla  kayıt altına alıyor. Kendi payıma söyleyecek olursam heyecan veren bir örgüt.

Ne ki hakkında yazılanlar pek  az ve pek dağınık. 

Bilgi Yayınevi’nce basıldı  Petrosyan’ın kitabı : Sovyet Gözüyle Jontürkler( Birinci Basım,1974). 

Petrosyan, Kuleli Vakasını “ Türk memurları ortamında meşrutiyet fikrinin,çekirdek halinde de olsa bulunduğunu kabul edebiliriz” diyerek Jön Türk hareketini bilegeldiğimiz Namık Kemallerden öncesine taşıyorsa da (s.46), bu görüşün  Türk tarihçileri ve araştırmacıları Arasında itibar gördüğü söylenemez.  Ahmet Bedevi Kuran benim de  aklımı çelen şu görüşleri ileri sürüyor:

“Gerçekten bu cemiyetin takip ettiği amaç,hâlâ açık şekilde tespit edilememiş ve bu konuyu İnceleyenler, cemiyetin amacını kanıtlara dayanarak henüz aydınlatamamışlardır.Bununla beraber,olay hakkında yayımlanan resmi beyannamelerde ileri sürülen fikirlerden alınan izlenim ve sanıkların ifadelerinden çıkan anlam,bu oluşumun Sultan Abdülmecid’in gereksiz harcamalarını önlemek amacıyla kurulduğu ve bu uğurda, gerekirse memlekette ihtilal yapmak amacı güttüğü merkezindedir (İnkılap Tarihimiz ve Jöntürkler Kaynak Y.2000,s.17). “Vaka”nın  bence üzerinde durulması gereken yanlarından biri de  suikastın zamanı ve yeri tartışılırken cemiyet yönetiminin Abdülmecid’in öldürülmesinin  “kalabalığın arasında ve milletin  gözünün  önünde yapılması” hususundaki ısrarı. Bunu teknik bir sorun olarak ele almıyorlar. Sarayın pervasızlığına karşı ahalinin nefreti o kadar yüksek bir düzeyde ki  ahalinin   bunu onaylayacağından zerre kadar kuşku duymuyorlar. Bu yanıyla da yeniçeri marifetiyle yapılan saray darbelerinden farklı olduğu çok açık.

Olmuyor. Tutuklanıyorlar. Kuleli Kışlasında yapılan yargılamaların sonucunda , önce idam dahil çeşitli cezalar veriliyor sonrasında sürgün ve kalebentlikte karar kılınıyor. Yöneticilerden ve kuruculardan Arnavut Cafer Dem Paşa Kuleli’ye götürülürken denize atlayarak intihar ediyor. Dava böylece kapanıyor.

Abdülmecid mi?

“Kadınların derdi beni verem   etti” diyerek ve sahiden verem olarak genç yaşta göçüp gidiyor. Tam olarak “Vaka”nın  mahiyetinin  açığa çıkarılamadığı hususunda tarihçilerin ortaklaştıkları yazıladursun, benim fikrim  cemiyetin niyetinin   Abdülmecid’in başına sarayları yıkmak olduğu yönündedir

Yıl Eylül 1859’ dur…Şimdi Eylül 2015…