Sakallı Nurettin Paşa ve 13 Eylül 1922 İzmir Yangını

"'İttihatçılık', 'Kurtuluş Savaşı', 'Cumhuriyet Tarihi' deyip yazıp duruyorsun, şu Nurettin Paşa’yı üç beş sözcükle tarif et bakalım" deseniz, tereddütsüz olarak “zalim, kibirli bir megaloman” derim… "Hele biraz daha", diyerek beni sıkıştırmaya kalkarsanız, şimdi göçmüş gitmiş ünlü yazarımız Oktay Akbal’ın dedesi olan Ebubekir Hazım Tepeyran’ın anılarından başlarım.

Tepeyran, Koçgiri İsyanı sırasında, 1921, Sivas valisidir. Anılarından öğrendiğimize göre isyancılarla görüşmek üzere şehrin hatırlı kişileri arasından bir “Nasihat Heyeti” teşkil ediliyor. Tepeyran’ın yazdıklarına göre bundan istenilen sonuç da alınıyor. İsyan büyük ölçüde şiddetini yitirip “sükut” olma yoluna giriyor. Tam hayırlı sonuç alındı, uzlaşma sağlandı derken Nurettin Paşa ordugahı ile birlikte Sivas’a, şu bildiğiniz İskender edasıyla giriyor ve her satırı yağıp gürleyen bir de beyanname yayınlıyor. Nasihat Heyeti “meselenin muvaffakiyetini” Paşa’nın yayınladığı beyannameye ve ordunun gövde gösterisine ustaca bağlayarak O’nu gönendirip tebrik ediyor… Nurettin Paşa gayet memnun… Güzel.

Güzel de Ebubekir Tepeyran’ın devamında yazdıkları pek tatsız ve pek tuzsuz:

“… Öyle ama bu kadar asker toplandı, ben buraya kadar geldim; bir şey yapılmazsa olmaz…”(s.73)

Yapıyor:

Yaptıklarını Tepeyran yazıyor:

“Askerle çemberlenen köyler ahalisi söylentilerin doğruluğuna, yani Kürtler'in tenkil edileceğine inanarak hayatlarını kurtarmak için köylerini, evlerini terk ederek dağlara sığınmaya mecbur olmuşlardır. Sırf can korkusuyla kaçan, isyan ve şekavetle suçlanarak boş kalan köyler yakılıp yıkılarak bütün mal ve eşyaları ve hayvanları müsadere edilmiştir. Umraniye nahiyesinde ve Zara Kazası’nın merkezine bağlı köylerden 76 ve Divriki Kazası’nda  57 ki toplam 132 köy muharip bir düşman istihkamları gibi yakılmış, tahrip olunmuş ve yüzlerce nüfus öldürülmüştür…” (s.75)  

Boşuna gelmedi ya, yakıyor.

***

Falih Rıfkı Atay, İzmir yangınını ”Çankaya” kitabında anlatır. Ankara yanlısı bir gazeteci olarak zaferi kutlamak, zaferin önderiyle söyleşi yapmak üzere İstanbul’dan İzmir’e gelir:

“… Büyük yangın günü idi. Ateş mahalleleri sardıkça halk rıhtım üzerinde koşuyordu…” (s.322)

“Yangın günü” olduğuna göre tarih 13 Eylül olmalı. İki gazeteci Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Kramer Palas’a eşyalarını bıraktıktan sonra ordugaha geliyorlar Mustafa Kemal ile görüşmek üzere. Yangın o gün başlıyor. Otele dönemiyorlar. Falih Rıfkı acıyla yazıyor:

"Gavur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demogog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu faciaının sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi. Zaferin bu en küçük hisseli adamı İzmir’e girer girmez şöyle bir vizita kartı bastırmıştı: ‘Küt-ül Amare muhasırı, Afyon ve Dumlupınar muharebeleri galibi, İzmir fatihi Nureddin Paşa.’" (Çanakaya,s.324-25)

Falih Rıfkı, Nureddin Paşa’nın İzmir müftüsüyle görüştüğünü ve ölünce kendisi adına Kordon’da bir cami ve türbe yapılmasını vasiyet ettiğini de ilave ediyor.

Zalim ve kibirli.

Yakmayı seviyor.

Bir de linç etmeyi seviyor. Bir çeşit linç delisi. Birinci Ordu komutanı Nurettin Paşa İzmir’e hiçbir dirençle karşılaşmadan giriyor. Şehrin ileri gelenlerinden oluşturulan bir heyet Paşa’yı tebrike gidiyor. Paşa heyet üyelerinin tebriklerini kabul ediyor. Piskopos Hrisostomos Kalafatis de heyet üyesi. Onun da tebriklerini kabul ediyor. Sonra tutuklatıyor. Elleri bağlı olarak sokağa salıyor. Kalafatis linç edilirken pencereden seyrediyor. İki ay sonra, Kasım, bu defa gazeteci Ali Kemal’i İzmit’te linç ettirecektir.

Ne yapsın, kendini zapt edemiyor!

***

1922 Ağustos sonudur. Türk ordusu Afyon’da önüne katıp kovaladığı Yunan Ordusunu ve  Ege’nin Rum köylerini İzmir’e kadar süpürüyor. Ordu  İzmir’dedir. Yangın Ermeni ve Rum mahallelerinden başlıyor. Yangın değil de yangınlar demek daha doğru olacak. Çünkü 13 Eylül’de bir anda farklı noktalardan onlarca yangın patlıyor. Yangınları arada kontrol altına alınsa da dura kalka 30 Eylül’e kadar sürdüğünü okuyoruz çeşitli kaynaklarda. 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel, lokanta kül oluyor. Ölenlerin sayısının 150 bin civarında olduğu söyleniyor. Çeşitli kaynaklar gemilerle tahliye edilen Rum ve Ermenilerin sayısı ise 300 bin olarak ifade ediliyor. Bunlar istatistiki veriler. Yazarların keyfine bağlı olarak değişebiliyor! Kabul ancak şu soru var ve halen cevabını arıyor:

İzmir’i kim yaktı?

Ermeni çeteler. İzmirli Rumlar. Yunanlılar. Türkler. Sakallı Nureddin.

***

Ermeni asıllı Amerikalı bir yazar Marjorie Housepian. 1971 yılında bir kitap yayınlıyor. Kitap 2012 yılında Türkçeye çevriliyor: İzmir 1922: Bir Kentin Yıkılışı, Belge Yayınları. Yazar görgü tanıklarının anlatımına yaslanarak kitabı yazmış. Yazara göre İzmir Türkler tarafından azınlıklardan kurtulmak için merkezi bir kararla planlanarak yakılmış. Bir nevi soykırım.

Tersi de var. O da tanıklıklara dayanarak yazılmış ama dediğim gibi bu defa tersten. Amerikalı mühendis Mark Prestiss’in ABD Büyükelçisine göndermiş olduğu rapor ile, o günlerde İzmir İtfaiye Şefi Sırp asıllı Avusturya vatandaşı Paul Grescowich’ın hazırlamış olduğu resmi rapor var (internetten bulabilirsiniz). Bunlara göre İzmir’in odun taşıyıcıları Ermeniler ve Yunan askerleri oluyor.

Elimizde başka kaynak yok.

Sözümü geri alıyorum. Bunların peşine düşmüş “hangisi” diye çırpınıp araştırırken Lord Kınross’u başımıza bir de “imbat” işi sardığını hatırladım. Kınross, Türk askerleri tarafından sıkıştırılan Ermeni çetesinin dikkati dağıtmak için yangın çıkarmış olabileceğini bir varsayım olarak ileri sürerek seçenek sayısını çeşitlendirmişti:

“Bu arada Ermeniler, Türklerin dikkatini başka tarafa çekmek için sağda, solda yangınlar çıkarmaya başladılar. Mahalle şehrin epey dışındaydı. Ancak önceden hesaba katmamış oldukları kuvvetli bir rüzgar, alevleri şehre doğru götürmeye başladı. Daha akşamın ilk saatlerinde, öteki mahallerden çoğu ateş almış ve bağdadi yapılı bin kadar ev, yanıp kül olmuştu.” (Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar, 1990, s.383)

Buna İzmirliler “eşek imbatı” diyor. Deli rüzgâr ki önüne kattı mı zapt edemiyorsun… Neden olmasın.

Mustafa Kemal mi?

Barış görüşmelerine “İzmir’i yaktıran Türk” olarak katılmanın doğuracağı sonuçları bilecek kadar öngörülüdür Mustafa Kemal Paşa. Böyle bir emir vermesi  öz konusu olmazmış gibi geliyor bana. Hem sonra toz toprak içinde komutanlarıyla birlikte Kramer Palas’a girip denize nazır bir masaya oturduktan ve bir kadeh rakısını söyledikten sonra, garsondan Kral Konstantin’in bu güzel şehirde ve bu güzel yerde denize bakarak bir kadeh olsun rakı içmediğini öğrenince samimi olarak şaşıran adamdır Mustafa Kemal. Ne demişti, “bir kadeh rakı içmeyecekse buraya kadar niye geldi ki!”

Mustafa Kemal’in keyifle rakı içtiği bu kenti yaktırması kadar deli saçması bir düşünce olamaz!

Fikrimdir; benim reyim Falih Rıfkı’dan yana. Sakallı Nurettin’in tutuşturmuştur İzmir’i… Adam düpedüz ruh hastası yahu anlattım ya!