Örf'te telef olmak

Meydanları dolduran kalabalıklarda en çok patırtı yapanlar ve sesleri çıkanlar idam isteyenler. Kimi urgan sallıyor, kimi maket yakıyor, kimi artık nereden bulmuşsa bulmuş, bıyık takıp yaşını büyüttüğü bez bebeği şişliyor. Kalabalıklar küçük büyük bütün kentlerin kasabaların meydanlarında ölüm dansına durmuşlar. Hiç olmadıkları kadar mesut ve pervasızlar. Bir elinde ekmek arası döner olduğu halde ayran kuyruğuna girmiş adam bağırıyor: “Tekbiiir…” Bu, Allah’ın büyüklüğünü hatırla ve yüksek sesle haykır anlamına geliyor. Herkes yanına yöresine bakınıyor, birbirini kolluyor, hadi bakalım yiğitsen bağırma, o andan itibaren onlardan birisin: “Allhuekber..!”

Ses havayı yararak Tayyip Erdoğan’a kadar geliyor. Kulağı orada. Duyuyor. Duyunca coşulmaz mı, coşuyor: “TBMM idam cezasının getirirse onay veririm… Kararımı açıklıyorum. Ben bunu onaylarım.”

Yok, olmaz, kendisi de biliyor asamayacağını. Başa bela o kadar çok engel var ki hangi birini aşsın. Anayasa, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği, uluslararası antlaşmalar, insan hakları, suçun işlendiği tarih şu, bu… Bütün bunlar bir yığın engel.

Gözünü sevdiğimin Osmanlısı, hiçbir engel tanımadan ne güzel yönetirdi. Pek de güzel icatları vardı. Şimdi darbe sanığı olarak, bu da Allah’ın bir işi işte, cezaevinde olan Türk-İslamcı Mümtaz’er Türköne ilhamını Osmanlı'dan almış olmalıydı, ne demişti Ergenekon, Balyoz, Kazma, Kürek davası sanıkları için, dört yıl önce: “Ben olsam darbecileri kazığa oturturdum…”

Hay sen çok yaşayasın, oturt bakalım, ne denebilir ki, Allah'ın da zaman zaman muziplik yapacağı tutuyor işte!

Gözünü sevdiğim Osmanlı, İslam hukukunun elini kolunu bağladığı kimi hallerde kullanmak üzere icat ettiği kanunnamelerle, Fatih, Yavuz, Süleyman, koskoca bir imparatorluk yönetti. 1839 yılına kadar işbaşına gelen 182 vezirin, bunların bazıları damat, enişte oluyor 43 tanesini bir güzel idam ettirdi. Ne gelin dinledi ne damat ne de kaynana. Hadi bunlar vezir diyelim, ödevlerini layıkıyla yapamadılar da sınıfta kaldılar ve de hak ettiler… Yahu, Padişah'ın emrettiği renkte ayakkabı giymeyen, şehir içinde ata binen, tütün içen, oruç bozan zavallı kulları bile bir tek emirle öldürdü de dur diyen olmadı.

Şimdi Tayyip Padişah sayılır… Ama çaresiz. Eli ayağı bağlanmış durumda. Oysa çaresi var. Üstelik hem Türki hem İslami… Yani Türk-İslam sentezi:

“Örfte telef etmek.”

Açacağız. Ama önce işin İslami yanı için birkaç not düşelim; İslam hukuku hakkında çok kısa birkaç not:

Sizler için okumalar yaptım. İslam hukukuna göre suç ve cezalar; kişi haklarına karşı işlenen suçlar, Allah’a karşı işlenen suçlar ve devlete karşı işlenen suçlar olarak üç ayrı kategoride değerlendiriliyor. Kişi haklarına karşı işlenen suçların cezası basit ve sadedir. Biliniyor; cana can, göze göz, dişe,diş… Malı mülkü bilhassa dişi devesi olanlar için fazla sorun yok. Mağdur tarafın velisini ikna edebilirsen diyet vererek canını, gözünü ya da dişini kurtarabiliyorsun. Diyet,enflasyondan en az etkilenen değerler üzerinden hesaplanıyor. Gümüş, altın ya da dişi deve… Kredisi olan güvenilir biriysen aldığın cana karşı ödemen gereken diyeti takside bağlatabiliyorsun. Üç yılda ödenmek üzere en fazla üç taksit. Kadın (bayan) öldürmenin avantaları yok değil. Taksit miktarı aynı kalmakla birlikte, kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadar oluyor. Hani aklınızın bir kenarında bulunsun diye yazıyorum!

İkincisi, Allah’ın haklarına tecavüz olarak tariflenen fiiller oluyor. Hırsızlık, zina, zina iftirası, dinden dönmek (ridde), içki içmek, oruç tutmamak, namaz kılmamak gibi… Bunlardan bazılarını, öbür dünyada başına gelecekler ayrı, dayakla atlatmak mümkünse de bazılarının yaptırımlarında söz konusu olan “can” olacağından tetik durmak lazım. Zina neden Allah’ın hakları arasında sayılıyor anlayabilmiş değilim ama zina iftirasının Ayşe için inen bir ayette okumuş olduğumu belirtmeliyim.

Gene bu kategori içinde sayılan “ridde”, yani dinden çıkma ağır bir cezayı hak ettiriyor. Orda burada tutup, beni artık kendinizden saymayın, İslam’dan vazgeçiyorum herkes yoluna derseniz önce size zaman tanınıyor ve nasihat ediliyor, olmadı mı, erkek ise öldürülüyor; kadın (hanım) ise hapsediliyor ve her üç günde bir feci halde dövülüyor,sonrasını bilemiyoruz…

Geldik devlete karşı ilenen suçlara. Bu suç tarifi ve biçilen ceza zurnanın zırt deliğidir. Günümüze de pek uygun düşmektedir.(İnternet üzerinden okuyabilirsiniz: Mehmet Akman, önceki Hukukumuzda İsyan Suçu.)

Aktarıyorum:

“…Müslümanlardan bir grubun, kendi kanaat ve içtihadlarına göre yanlış yolda olan devlet başkanına baş kaldırmalarına; onu devirmek, düzeni değiştirmek veya ayrı bir devlet kurmak istemelerine 'bağy'; bunu yapanlara ‘baği' denir. Bu hareket Hz.Osman’ın son zamanlarında başlamış, Cemel olayı, Sıffin ve Haricilere karşı yapılan Nehrevan savaşları meydana gelmiştir. (…) İsyancıların amacı adi suç olmayıp siyasidir. İsyancı sıfatını taşıyanların Müslüman olduklarından kimsenin şüphesi yoktur (…) Yaptıklarının İslamın hayrına olduğunu düşünen bir topluluktur. Devlete isyan ettiklerinde önce uyarılır, sonra savaşılır. Savaştan kaçan kovalanmaz, yaralı ve esirler öldürülmez, malları zapt edilmez, zira savaşın amacı yok etmek değil yola getirmektir…”

Mehmet Akman, savaş esnasında öldürülenlerin hesabının sorulması gerektiğini ayrı tutarak şu sonuca varıyor:

“…Kaynaklardaki bilgiler toplu olarak değerlendirildiğinde isyan suçunun belirli sabit bir cezasının bulunmadığı görülmektedir.”

Yazdıklarım gereksiz ayrıntılar olarak görülebilir. Muradım “hassas” olduğu ileri sürülen İslami adalet terazisinde devlete karşı işlenen suçlardaki muğlaklığa işaret etmektir. Bu durumda görünen o ki ne mevcut yasalar ne Padişah Kanunnamesi anlamına gelen kanun kuvvetinde kararnameler ne de özlemi duyulan şeriat yasalarına göre Fethullah’ı bırakın kazığa oturtmayı, şöyle ağız tadıyla asamayacaksınız  bile!

Peki bunun bir yolu yok mu? Yazının başında belirtmiştim.

Var.  Becerebiliyorsanız, yakalayıp getirip örf’e teslim etmek. Sonra da “Örf’te telef oldu” deyip işin içinden sıyrılmak.

Örf, bilindiği gibi günlük dilde anane, gelenek, teamül olarak kullanılıyor. Bu tamam. Peki, işkence ve dayağın bir adının da örf-i maruf olduğunu bilir misiniz?

Sanık suçunu inkârdan geldiğinde ya da istenilen doğrultuda ifade vermediğinde örf’e teslim ediliyor. Yandı. Sadece kazık yok ki, derisini yüzmek, kafayı tıraş edip keçe bağlamak ve bu suretle saç kıllarının kafanın içine doğru büyümesini sağlamak, çengele asmak, kazık… onu demiştik. Bunlar Osmanlı icadı Türk-İslam sentezi verimlerinden sadece birkaçı… Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus var maalesef bazı sanıklar ölmek durumunda kalıyorlar. Ve işkencede ölenlerin yakınları devlet görevlileri aleyhine “kısas” davası açabiliyor… Bu bilgileri sizler için Taner Akçam’ın Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence adını taşıyan kitabından derledim. Akçam, şunları da ilave ediyor:

“ …bu nedenle,konuya ilişkin fermanlarda, ’örfte telef olmaktan’ yani işkenceye alınan sanıkların ölmelerine sebep olmaktan sakınılması, sürekli olarak hatırlatılıyordu. Fakat gene de dayak ve işkencede ölenlerin sayısı az değildi…”

Çok kişi ölüyor…

Ölünce ölmüş oluyorlar. Görevliler not düşüyorlar tutanağa: “örf’te telef oldu!”

Tek çareniz galiba bu. Adamı getirip örf’e teslim edip beklemek. Düne kadar “Mübarek Hocaefendi”, bugün “Acımasız terör örgütü başı” ilan ettiğiniz adamla nasıl yüz yüze geleceksiniz bilemem ama aklıma gelen çare bundan ibaret. Fikrimdir. Vesselam.