Gül ailesi köşkte esirdir

Osman başlattı…Pusuya yattı. Amcası Dündar’ı uzaktan “ok”ladı.  

150 yıl boyunca arada nefeslenseler de  güzel güzel birbirlerini öldürdüler.  

Fatih Mehmet kuralcı adamdı. Kanunnameye bağladı. Tahta oturan tahta göz dikmesi  muhtemel olan öbür kardeşleri  öldürür kaidesini yazıya döktürdü. Örneklerle anlatmayı severdi güzel çehreli, şair ruhlu  bu mübarek zat. Beşikteki kardeşini boğdurttu. Bir 150 yıl kadar daha  bu kanunname çerçevesinde öldürmeler devam etti.

Rekor 3’cü Mehmet’indir. Mübarek bir adamdı. Vakit namazlarına sadık olduğu, avlanırken bile ezan sesi duyduğunda okunu yaydan alıp hemen oracıkta namaza durduğunu, Peygamberin adının her anılışında ayağa kalktığını yazar tarihçiler. Tahta çıkar çıkmaz  19 kardeşini  öldürerek rekor kırdı. Mehmet’in hakka yürümesinden sonra oğlu  Ahmet tahta çıktı. Ahmet, tahta çıktığında kardeşi Mustafa’yı öldürtmeyip kafese tıktı. Reformdur…1’inci Ahmet  o güne kadar süregelen vesayet sistemini değiştirerek kardeş katli yasasını kaldırmış, yerine ekberiyet ve eşrediyet  usulünü  getirmiştir. İnsani ve hakkaniyetlidir. Bundan böyle yaşça büyük olan padişah tuğrasını kesesine koyacak,  sultan sancağında gölgelenecektir. Şehzadeler mi?  Şehzadeler  sarayda kafes olarak adlandırılan odalarda kendilerine hizmet eden üç-beş cariyeyle birlikte vakit öldürüp sıranın kendilerine gelmesini bekleyeceklerdir. Temsil 3’üncü Mustafa 40 yıl kafeste bekledikten sonra padişah olmuştur.  Bu defa eşrediyet meselesinde sorun çıkmıştır. Zira “eşrediyet”, padişah adayı şehzadelerde aranılan niteliklerden biridir ve Türkçesi “akıl sağlığının yerinde olması” anlamına gelmektedir. Buyurun…Ara ki bulasın! Kardeşlerinin gözlerinin önünde öldürüldüğünü gören ya da işiten, saray entrikalarıyla büyüyen zavallıcılarda akıl mı kalır!

Kafesten çıkarılıp tahta oturtulan padişahların hemen hepsinin kafaları zır ya da zırzır dır. Osmanlı tarih yazıcıları  saygısız ve  patavatsız  olmadıklarından  kafaları zır ya da zırzır olan  padişahlara “derviş-meşreb” sıfatını uygun görmüşlerdir. Ilımlıdır.

Kafes usulünü enine boyuna tetkik eden,bu gidişle ailede bırakın devlet yönetmeyi, kendi başına uçkurunu bağlayabilecek kimsenin dahi kalmayacağı sonucuna varan  2’inci Mahmut,  kafes sistemini  kaldırarak  “saray hapsi” ni icat etmiştir. Biraz masraflı olduğu doğru olmakla birlikte insanidir. Şehzadelerin Boğaz kıyısı boyunca yapılmış saray ve köşklerde, elbette başıboş değil, denetim ve gözetim altında tutularak yaşamaları esasına dayanır. Asri esarettir.

Bunlar Osmanlıya dair kısa notlardır.

Şimdi yazacaklarım günümüzde milletin gözü önünde cereyan eden trajediye, bu trajedinin masum figürlerine dairdir. Gazetelere düşen ve  tamamen yanlış yorumlanan bir saray/köşk hikayesini tersine çevirme çabası olarak da değerlendirilebilir.

Biliniyor, söz ağızdan çıkınca söylenmemiş gibi davranmak pek zordur.  Sözü gerçek manasından koparıp başka alanlara  doğru evirip çevirmek ya da kullanıcının niyetiyle ilgili iyicil çıkarsamalar yapabilmek için, en azından iki tane Bülent Arınç, üç tane kulağı çınlasın bu günlerde ortalıkta görülmüyor Hüseyin Çelik türü  “söz düzelticiye” ihtiyaç vardır ki onların feraseti bile yaydan çıkan okun yönünü saptırmaya yetmez.

Pek  yazık.

Tamam “Nisa” takımı içindekini dışa vurmak gibi takdir edilesi bir özellikle donatılmıştır ama sözün sarf yeri ve zamanı da biraz gözetilmez mi canım,ne demek intifada?

Düpedüz ayaklanma…

Ne demişti Hayrünnisa Hanım:

“Bir turnusol döneminden geçiyoruz.Bu süreçte yaşadıklarımızı,28 Şubat döneminde benim başörtümün tartışıldığı günlerde bile yaşamadık.Şimdi ben de susuyorum,ama fazla susmayacağım,asıl intifadayı ben başlatacağım.”

Gül ailesi o gün bu gündür  köşk’te hapis hayatı yaşıyor.  O gün 18 Ağustos 2014, bu gün 15 Şubat 2015…

”Köşk” derken başına “sözde” yi de  eklemek gerekiyor. Aslında bir nevi kafes! Fotoğraflarını gördüm. Evet,ilk bakışta pek alımlı çalımlı gözüküyor olsa da kabul edilmelidir ki önünden geçen,geçerken de bahçeyi   adeta yalayan boğazın  suları pek azgın ve ürkütücü.  Sözde köşk’ün hemen arkasında  sayısını veremeyeceğim mahlukat türünün,bunların büyük bir bölümü vahşi olmalı, yaşadığını tahmin edebileceğiniz karanlık orman ise en cesur “intifada”cıların bile korkudan aklını alacak türden. Anladığım kadarıyla bütün firar yolları tutulmuş vaziyette. Cümle kapısını bekleyen tekmili müsellah zevat ise, tabii ki fikrimce, mahkumların tek kaçış yolunu tutmak için görevlendirilmiş gardiyan bölüğü. Bahçeye konuşlanmış zırhlı araçlar ise Truva atları… Yani zavallıcıklar  Osmanlı usulü saray hapsinde tutuluyor, yani bence böyle… Öncekilere bakın. Hangisi, Boğaz’ın karanlık sularına bakan köşklerinde yaşamaya mahkum edilmiş?  Elimizde sağlardan üç örnek var. Üşenmeyelim ve birlikte bakalım:  

Süleyman Demirel, benim emmioğlumun oturduğu Güniz Sokak’ta  oturuyor. Muhtemelen park sorunu nedeniyle  komşularıyla ağız dalaşına girişiyordur tontonum. Necdet Sezer ise, gördüm, Gölbaşı’nda, avlularında  biber,patlıcan,kabak kurutulan; balkonlarında çamaşır asılı komşularıyla  aynı sokakta yaşıyor.  Üçüncüsü Kenan Evren… Haa, yahu sahiden  nerede o?

Abdullah Gül Beyefendi Kayserilidir. Yüzünde güzel bir asillik vardır. Helal süt emmiş, helal ekmek yemiş, amentüsü sağlam biri olduğu her halinden bellidir. Halis Anadolu çocuğudur. Katiyen kabul etmem. Köşke, saraya meyil edecek biri olarak gözükmüyor.  

O gün 18 Ağustos 2014,bu gün 15 Şubat 2015…

Şimdi bir soru: Tayyip Bey, her ay sonu mutat olarak çıkarttığı torba yasalarından birine “Fatih Usulü”nü sıkıştırsaydı kim ne diyebilirdi? Kimse hiçbir şey diyemezdi. Ama o yapmamıştır. Kuşku yok, bu davranışı vicdani ve salihanedir. Bu tamam. Peki ama Osmanlının saray hapsi usulünü,asri kafes, “kardeşim” diye hitap ettiği Abdullah Bey  üzerinden yeniden yürürlüğe koymasına ne demeli? Siz bakmayın  Abdullah Bey’in ayaklarına  serilen dünya nimetlerine, gözbağıdır. Esirdirler. İntifadayı Huber’in  hanımefendisinin başlatmasını beklemeden, bir an önce   halk harekete geçmeli,  Gül ailesi  esaretten ne yapıp ne edip kurtarılmalıdır. Bu arada  aileye en azından başlarını sokacak iki göz de olsa bir toki evi alınıp; kanepe,koltuk  döşenmeli, kış günü açıkta kalmalarının önü alınmalıdır. Fikrim budur. Vesselam.