Cemaat’in başına gelenler: Hudeybiye Barışı mı Medine Sözleşmesi mi?

Hocaefendi’nin feryadı, tarih bilgisi ve tarih bilincindendir. Yani ilişmemezlik protokolünün “yok hükmünde” sayılmasıdır onun kolunu kanadını budayan. Hocaefendi takımının diz çöktürülmesine karar verilmiştir sadece.

Annem, “sen adam olmayacaksın” derdi adam olamayacağımı başkaları duyup anlamasın diye de bunu Çerkesce söylerdi. Şimdi Türkçe duyuruyorum annem haklıymış. Çünkü aşırı duygusalım. Eşek kadar olduğum halde, bir türlü duygularımı denetleyemiyorum. İhtiyar adamların çaresizliğini gördüğümde hele bir de ağlayıp sızlanıyorlarsa, benim de ağlayasım geliyor. Kendimi zor tutuyorum. Hocaefendi, Bülent Arınç Bey gibi de değil, fark etmişsinizdir düpedüz hıçkırarak ağlıyor. Samimi buluyorum. 2004 yılında alınan Milli Güvenlik Kurulu Kararı’na dair konuşmasını yaparken, kendi değişiyle “kolunun kanadının nasıl kırıldığını” görünce tamam dedim bu adamcağızı da yediler, bir daha iflah olmaz. Ancak konuşmasının sonlarına doğru sarf ettiği “Bir mümin bir delikten bir defa ısırılır” vecizesi müminlerin konuşmalarında sıklıkla başvurdukları belagat kaynaklı bir “hoş”luk olarak geçiştirilmeyecekse, Hocaefendi’nin olan bitenden hatırı sayılır bir ders çıkardığını da varsayabiliriz.

Hudeybiye Antlaşması
Hocaefendi’nin, akepe’nin 2004 yılında imza altına almış olduğu MKG kararlarını Hudeybiye Antlaşması’na benzetmesi pek yerindedir. Hatırlatalım: “(...)Ben yoksa o meseleye nasıl bakardım biliyor musunuz? Hudeybiye Sulhu gibi bakardım. Derdim ki, o mevzuda problem çıkarmamak için bütün bütün o mevzuyu negatif hale getirmemek için, fonksiyonu yitirmemek ve bertaraf edilmemek için muvakkaten bir tavizden ibaretti bu…”
Güzel…Hudeybiye Antlaşması Medineli Müslümanların Mekkeli kafirlere çokça taviz verdikleri bir antlaşmadır (Miladi 628). Hatta öyle ki “İş bu Allah Resulu Muhammed’in üzerine anlaşma yaptığı metindir” sözleriyle antlaşma imza altına alınmak istenince Mekkeliler, “yahu biz onun peygamber olduğuna inansaydık bunca kavgaya, patırtıya ne lüzum olacaktı” yollu itirazda bulunmuşlar ve Müslümanların incinmelerine sebebiyet vermişlerdir. Hz. Muhammed, mevcut usule göre baba adının yanı sıra kendi adını yazarak antlaşmayı imzalamak durumunda kalmıştır. Islak imzadır… İmza meselesinin, özellikle Ali ve Ömer’i pek üzdüğü söylenegelmiştir.

Olsun… Nesnel durum bunu gerektiriyordu. Müslümanların hali yoktu imzalar atıldı. Takıyye de diyebiliriz. Siz denenlere değil, sonunda olan bitene bakın, gayet iyi bittiğini göreceksiniz. Müslümanlar güç toplamış, antlaşmanın maddelerinden birinin on yıl boyunca birbirleriyle savaşılmayacağı olmasına karşın, iki yıl geçmeden Müslüman ordusu Mekke’ye girmiştir! Hocaefendi haklıdır. Hudeybiye Antlaşması “bertaraf edilmemek için muvakkaten bir tavizden ibaretti”. Taviz verildi... Bu sayede Müslümanlar müşrikleri, Allah’ın birliğine ortak koşanlar, bertaraf edecek güce erişinceye kadar sabırla beklediler. “An” geldi, gelince Allah’ın dediği oldu!

Bir de Medine Sözleşmesi var
Bu sözleşme Tanrı’nın tekliğine, oruç tutmaya, üç vakit ibadet etmeye, kurban kesmeye, öte dünyanın varlığına daha da önemlisi, Kral Süleyman’ın kuş dili bildiğine ve sünnet olmanın iyi bir şey olduğuna inanan ekonomik olarak pek güçlü, Yahudi Cemaat ile inanç olarak aynı kaynaktan beslenen ve henüz cemaat denemeyecek kadar küçük bir grup olan Müslümanlar arasında yapılmıştır. İslam Peygamberi’nin İslam’a davet çağrıları Arap kabileleri üstünde herhangi bir karşılık bulamadığı ancak cihat için peş peşe ayetlerin indiği günlerden geçilmektedir. Mekke’den kalkan Kureyşlilerin zenginliklerle yüklü ticaret kervanları Müslümanlarca “vurulmaya” başlar. Hedef, bütün Arap kavimlerince kutsal sayılan Kabe’nin bulunduğu Mekke’dir. Medineli Müslümanlar o kadar heveskardırlar ki, namazda kıble olarak belleyip durdukları Kudüs, bir ayetin inmesiyle kıble olmaktan çıkar. Artık kıble Kabe olacaktır. Hasretlik miladi 630’da bitecektir.

Antlaşmanın özeti: “Senin dinin sana, benim dinim bana...” Anlaşılacağı üzere, gayet barışçıl ve demokratiktir.

Hz. Muhammed Medine’ye geldiğinde burada 3 Yahudi kabilesi vardı. Bilmez değilsiniz Yahudiler tacir ve zanaatkar olurlar. Yani bulundukları her yerde zenginlik denince akla onlar gelir. Temsil, Kaynuka kabilesinin kuyumcu, Kureyza’lıların derici, Beni Nadir kabilesinin de ziraatçi olduklarını okumalarımızdan öğreniyoruz. Öğrendiklerimizin arasında Bedir ve Uhud savaşlarından kısa bir süre sonra, Medine Sözleşmesi’ne rağmen Yahudi Cemaati’nin başına gelenler de var. Hz. Hamza’nın, Hz. Ali’nin cenklerini gözlerini yumup ezberden okuyacak kadar İslam tarihine vakıf olan Hocaefendi’nin bunları bilmediğini aklımızdan bile geçirmemiz, saygısızlık olacaktır. Peki, üç-beş cümleyle siz değerli okuyucularıma sadece Kureyza Kabilesi’nin başına gelenleri hatırlatmamın ne sakıncası olabilir? Olmaz… Kısa ve şöyle:

Akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vuruldu. Kadınlar, kızlar ve çocuklar esir alındı. Bazıları savaş ganimeti olarak paylaşılıp alıkonulurken, bazıları da esir pazarlarında satıldı.

Yok. Kastım tekerrür değil, kastım, Medine Sözleşmesi gibi günümüz Müslümanlılarının ilk Anayasa olarak benimsedikleri kurallar ve kanunlar manzumesinin, çeşitli cemaatlerin birbirleriyle olan ilişmemezlik protokolünün güçlenen tarafın hükmü ile çok kolay bir biçimde nasıl “yok hükmü”nde sayıldığına işaret etmektir. Hocaefendi’nin feryadı, ondaki tarih bilgisi ve tarih bilincindendir. Yani ilişmemezlik protokolünün “yok hükmünde” sayılmasıdır onun kolunu kanadını budayan. Hocaefendi takımının diz çöktürülmesine karar verilmiştir sadece. İstenen, akepe’nin uç beyine kayıtsız şartsız biattır. Tersi halinde başlarına gelecek olan, aklınıza gelen değil elbet, öyle şey mi olur? Bana kalırsa, aralarında yaptıkları Medine Sözleşmesi artık yok hükmündedir. Koca adamın bir yandan “ısırıldığı deliği” kapatmaya çalışırken, öte yandan “Haksızlıklar karşısında dilsiz şeytan olmayacağız” diye boğularak ağlaması... İnsan üzülüyor... Gel de ağlama...