Bir Gecede Cahil Olmuşlar

İslamcı kesimin en şirini olan Abdurahman Dilipak yazmıştı bir gecede halkımızın cahilleştiğini.

Kastettiği 31 Ekim gecesiydi. Sabah kalkmışlar ki herkes zır cahil!

Bundan seksen bir yıl önce 1 Kasım 1928 sabahı halkımız uyandığında ülke sathını ağ gibi kaplayıp yüz binlerce basılan gazetelerden birer ikişer almışlar da, hani okumadan duramayız ya, bir de bakmışlar ki satırlar sağdan sola İslami düzeni terk edip, soldan sağa hıristiyani düzene geçmiş. Ne “Elif” ver ortalıkta ne ”Cim”... Ne “Ayın” kalmış ne de “gayın”... ”Kaf” bir dağın tepesinde melemekte, “sat” ile “sin” çöl ortasında kertenkele misali sürünmekte!

Sahiden öyle miydi?

Yüz binlerce gazete basılıp kitaplar baskı üstüne baskı yapıp halkımız sular seller gibi okuyor muydu latin harflerine geçmeden önce?

1 Kasım 1928 gününe kadar, halkın büyük bir bölümü güzel güzel okuyup, okuduğunu anlayıp, anladığını yorumlayıp aydınlıklar içerisinde yaşayıp giderken “Yeni Türk harflerinin kabulü” ile ilgili yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte kör kuyulara düşüp zır cahilliğin karanlığına mı gömülmüştü?

Hani dinin yarısı iman ise yarısı da insaftır derler ya, bunlarda o da yok. Haydi imanlarına karışmayalım da, insaflarına ne demeli?

1927 yılının Ekim ayında yapılan sayımda Türkiye denilen ülkenin sınırları içerisinde 13.648.270 adet insan yaşıyordu. Bunun 6.563.879 adedi erkek, 7.084.391 adedi kadın idi. Toplam nüfusun 3.305.879 adedi şehirlerde 10.342.391 adedi de köylerde yaşıyordu ve bu yüzdeye vurulduğunda yirmi beşe yetmiş beş gibi bir oransallığa denk geliyordu. Genel nüfus içindeki çocuk sayısı ise bilinmiyordu. Köylerde yaşayanlardan “elif” diyenler “bilmiş”, buna “Ayın” ve “Gayın” ekleyip bir de “Kaf” deyenler derin alimden sayılıyordu. Varın siz hesap edin gerisini... Gerisini hesaplamamız için bir de oran sıkıştırmışlar bu istatistiki bilgiler arasına, o da şu: 1927 yılı sonunda okur yazar oranı yüzde beş nokta dört... Ha bir de şu var: İstanbul’da çıkan en büyük gazetenin tirajı on iki bin civarındaydı.

Yani halkımızın ne okumayla yazmayla ilgisi vardı, ne de Osmanlıcanın çetrefil çözümüyle uğraşacak mecali.

Dünyanın en güzel kadını diye övündüğüm babaannemin herkesin danışıp akıl aldığı “bilmişlerden”olduğu söylenirdi.

Öldüğünde yatağının başucunda asılı duran ve eve, ya da en azından kendisinin yattığı odaya şeytanın girmesine mani olduğuna inandığı Kuran kılıfından, Victor Hugo’nun ünlü Mağdurun Hikayesi (Sefiller) adlı pek de güzel ciltlenmiş kitabının özetinin çıktığını anlatmışlardı da pek gülmüştüm.

Sevgili babaannem meğer Kuran niyetine her nasılsa köye yolu düşmüş şimdilerde benim kitaplığımda duran bu kitabı asmış duvarına.

O diğerleri gibi olmadığından, sadece köyde değil kasabada da nadir okuma bilenlerden biri olarak övündüğünden, uzun kış gecelerinde gelen konuklar için kitabı kılıfından çıkartıp saygıyla öpüp başına koyduktan sonra başlarmış ezbere bildiği Bakara Suresinin ayetlerini okumaya. Kürek mahkumu Jan Valjan’ın, papazın evinden aşırdığı şamdanların anlatıldığı bölümün satırlarını parmağıyla takip ederek huşu içerisinde okumasını sürdürürken öne arkaya hafifçe sallanmayı da ihmal etmezmiş. İnanın bunu büyük bir samimiyetle yaparmış. Kitaptan okumanın sevabı katmerli ya!

Osmanlıca yazı bulunan her kağıt parçacığının “Bismillah” çekildikten sonra öpülüp yüksekçe bir yere, çocukların hoyrat ellerinin uzanamayacağı yerlere kaldırıldığı bir dönemde, gösterişli bir cilt içerisinde Arap harfleriyle yazılmış bir kitap Kuran dışında ne olabilirdi ki!

Kısacası, her zaman şirin kalasıca Abdurahman Dilipak’ın 1 Kasım 1928 sabahından önceki Türkiye’sinde “manzara-i umumuye” benim köyümdü... Ya da tersten benim köyüm Türkiye idi...

1 Kasım 1928 günü T.B.M.M.’de Latin esaslı alfabenin kabülü sadece okuma yazmanın yaygınlaştırılması olarak değil, yozlaşmış Arap-Osmanlı kültüründen kopuş anlamında önemli bir adım, dinci vesayetten kurtulma yolunda önemli bir atılım olarak okunmalıdır.

1924 yılında halifeliğin ilgası, 1925 yılında tekke ve türbelerin kapatılması, tarikatlerin kaldırılması, sarık ve ruhani kıyafetlerin yetkisiz olduğu halde uluorta giyilmesinin yasaklanması, 1927 yılında din ile ilgili maddelerin Anayasadan çıkarılması vb. 1 Kasım 1928 ile birlikte okunup değerlendirilmelidir. Ancak o zaman dünya şirini Abdurahman’nın “duyarlılığı”nın nedeni layıkıyla anlaşılabilir.

Bir başkadır benim “mutsuz” ülkemin şirinleri. Bunlardan biri de Mete Tunçay. Harf Devriminin halka sorulmamasından yakınıyor. Yani referandum..

Yani halk oylaması..

Yani babaannem..

Devrimin benim dünya güzeli babaanneme danışılmadan yapılmış olmasına gönül koyuyor. Bunu çok sevdiğim babaanneme bir saygı ifadesi olarak almayı ne kadar çok isterdim!

Bir de “o dönemlerde yaşasaydım herhalde onun (M. Kemal) ve arkadaşlarının değil, ‘demokrasi’ isteyen grubun fikirlerini kendime yakın bulurdum” diyen Ahmet Altan şirini var.

Ne demeli.

Bazen tutamıyorum kendimi. Neyse şunu yazmakla yetineyim:

T.B.M.M.’de o günlerde kabul edilen kanunlardan biri de 13 Mayıs 1926 tarihli “Sıtma Mücadelesi Kanunu” olmuştur. Cumhuriyet hükümetinin hastalığın taşıyıcısı sineklere karşı açmış olduğu seferberlik benzeri savaş 1950 yılına kadar devam etmiştir. 1926 ile 1950 arasında sıtma hastalığının taşıyıcısı sineklere karşı verilen savaşın başarılı da olduğunu herkesçe bilinen hak yemezliğimin bir gereği olarak söylemeliyim. Ya Altan kardeşler ve benzerleri o dönemde yaşasalardı!