Son kırk yılın dönüm noktaları

Türkiye’de neo-liberalizmin kırkıncı yılını bir krizin içinden geçerek yaşıyoruz. Kriz bir yana, ekonomi yönetimi felç durumundadır. Bir tıkanma söz konusudur; gelecek belirsizdir. 

“Buraya nasıl geldik” sorusu gündeme geliyor ve son kırk yılın farklı aşamalarını gözden geçirmeyi gerektiriyor. 

Bu yazıda bir ilk adım atalım; ana dönüm noktalarını, sonraki dönüşümleri hatırlatan hızlı bir gezinti yapalım.  

1980-1988: 12 Eylül ve Özal ekonomisi

Türkiye, neo-liberalizme bir sınıf mücadelesi sonunda geçti; burjuvazinin ve emperyalizmin ittifakı galip çıktı. Emekçi sınıfların seçmen tabanını temsil etmeye başlayan Ecevit CHP’si ve varoşlarda, kırsalda, fabrikalarda, emek örgütlerinde ağırlığı artan parlamento-dışı (sosyalist) sol Türkiye toplumunun geleceğinde etkili olmaya başlıyordu. Kalıcı olarak önlenmeliydi. 

Ecevit hükümeti uzlaşmacı bir çözüm için mücadele etti. Krizin emekçiler üzerindeki maliyetini hafifletmek için “önce dış kaynak, sonra IMF programı” aradı. İskandinav ve Alman sosyal demokrasisine başvurdu; destek alamadı. Bu partiler de neo-liberalizme teslim olmaktaydı. 

Ara seçimler Demirel’i, IMF destekli 24 Ocak programını iktidara getirdi. Programın tümüyle uygulanması için 12 Eylül rejimi gerekliydi. 

Cunta, ekonomiyi Turgut Özal’a teslim etti. Karmaşık konuları basite indirgemeyi seven Özal, ekonomi programını “reel faiz, gerçekçi kur” sloganı ile özetledi. Askerî rejim ve 1982 Anayasası bu ikiliye üçüncü (ve stratejik) bir öğeyi ekliyordu: Rekabetçi (düşük) ücret… 

Bu üçlünün “reel faiz” terimi, “rantiyelere (banka mevduatına) enflasyonu aşan faiz” kuralını içerir. “Gerçekçi kur” hedefi ise, döviz fiyatlarının enflasyonun üzerinde seyretmesi anlamına gelir. İhracatçılara böylece ikili bir nimet sunuluyor: Ucuz emek, pahalı döviz… Kredi faizleri enflasyonun çok daha üstünde seyreder. İç piyasalara dönük şirketler, finans sermayesine yenik düşmüştür. 

IMF’ye rağmen Özal, hem faizleri, hem de döviz fiyatlarını nasıl belirleyebiliyordu? 

Zira, bu dönemde neo-liberalizmin dışa dönük önceliği, serbest dış ticaret rejimiyle sınırlıydı. Bretton Woods anlaşmasının ulus devletlere tanıdığı sermaye hareketlerini denetleme olanağı Türkiye için de geçerliydi. Bu sayede yüksek faizler, yabancı sermaye girişlerini kamçılayarak döviz fiyatlarını ucuzlatamıyordu. 

1990-1997: Serbest sermaye hareketleri, enflasyona endeksli döviz

1987-1989’da Özal iki referandumda yenilgiye uğradı; yerel seçimleri yitirdi. ANAP adım adım iktidardan uzaklaştı; koalisyonlar dönemi başladı.

Yenilgi, emek hareketinin canlanması ile başlamıştı. 12 Eylül-ANAP döneminde emekçilerin reel gelir kayıpları 1989-1993’te telafi edildi. Tüm emek gelirleri (emekli ve memur aylıkları, toplu sözleşmeler, asgarî  ücretler, tarımsal taban fiyatlar) ilke olarak geçmiş enflasyona endekslendi. Maliyet enflasyonu yüksek bir tempoda kronikleşti. Bütçe açıkları ve kamu borçları tırmandı. 

Çözüm yolu olarak 1989’da sermaye hareketleri serbestleştirildi. Neo-liberalizmin “serbest sermaye hareketleri” aşamasına Latin Amerika dışında ilk geçen “Güney” ülkelerinden biri Türkiye’dir. Bankalar dıştan borçlanarak Hazine’yi fonlamaya başladı; millî gelirde faizlerin payı sıçradı. 

Makro-ekonomik politikalarda siyasî iktidarın hareket alanı bir adım daha daraldı: Serbest sermaye hareketlerinde faiz oranı veya döviz fiyatları içinden sadece birisi belirlenir

1990 sonrasında enflasyona endekslenen döviz fiyatları ile rekabet gücü korunmaya çalışıldı. 1990-1997’de ortalama enflasyon yüzde 79, ortalama dolar artışı yüzde 75’tir. Faizler ise “serbest” bırakıldı; bankalar dövize kaçış yüksek faizlerle frenledi. 

Tansu Çiller 1993’te devlet tahvili faiz oranlarını da düşürmeye kalkıştı. Yabancı sermaye kaçışlarını ve 1994 krizini tetikledi. Döviz kuru hedeflemesine geri dönüldü. 

1998-2002: IMF sahneye çıkıyor: “Ucuz döviz” dönemi başlıyor

Türkiye burjuvazisi, 1990’lı yılların enflasyon endekslemesi programına iki nedenle karşı çıktı: Emek gelirleri güvenceye alınıyor; banka-dışı (kredi kullanan) sermaye sıkıntılara sürükleniyordu. “Bölüşüm, siyasî iktidara değil, piyasalara bırakılsın…” Bu çağrı, 1988 sonunda IMF’yi Türkiye’ye getirdi. 

IMF, koalisyon iktidarlarına önce “düşük” döviz kuru hedefine dayalı bir anti-enflasyon programı kabul ettirdi.  Bu program, 2000 sonunda çöktü; sermaye kaçışlarına ve 2001 krizine yol açtı.

Krizi tetikleyen IMF, kriz yönetimini de üstlendi. IMF / Kemal Derviş programı, önce döviz kurlarını dalgalanmaya bıraktı; sonra “enflasyon hedeflemesi” modelini TCMB yasasına yerleştirdi ve izleyen yılların ana para politikasını oluşturdu. Buna göre, serbest sermaye hareketleri korunacak; özerkleşen TCMB, politika faizini enflasyon üstünde belirleyecek; döviz kuru ise serbest (dalgalı) bırakılacaktır.  

2003’te AKP’nin de benimsediği bu düzenleme içinde siyasî iktidarın hareket alanı 1990’lı yıllara göre bir adım daha kısıtlandı. Döviz fiyatları denetlenerek dış rekabeti koruma seçeneği önlendi.  “Ulusal” borsalarda TL’li kâğıtlara yatırım yapan spekülatif finans kapital için pozitif (“enflasyonu aşan”) getiri vaat edildi.

Krizlerden ders alan, almayan ülkeler…

1998-2002 yıllarında, sadece Türkiye değil, dünya ekonomisinin tüm “Güney” coğrafyası yaygın bir kriz dalgası içinden geçmişti. “Doğu Asya krizi” diye bilinen bu bunalımdan etkilenen ülkeler sert IMF programları uygulamak zorunda kalmış; pek çoğunda ve Türkiye’de iktidarlar değişmişti. 

Sonrasında bazıları, IMF kâbusuna yol açan dış kırılganlıkların frenlenmesine öncelik verdi. Bunalımların tohumlarını atan finansal serbestleşmenin tahripkâr etkilerine karşı savunmacı refleksler geliştirdi. Bazı ülkeler ise, bunalımın derslerini dikkate almadı; 2002’yi izleyen yıllarda canlanan uluslararası sermaye hareketlerine teslim olan bir rehavet ortamına yöneldi. 

1998-2002 krizlerinden en sert etkilenen yedi ülkenin (Arjantin, Güney Kore, Malezya, Endonezya, Filipinler, Tayland ve Türkiye’nin) krizden önceki ve sonraki sekiz yıllık dönemlerdeki ekonomik göstergelerini karşılaştırdım. Nicel bulguları ileride tartışacağım. Şimdilik sadece, savunmacı ve teslimiyetçi tepkilere ilişkin farklılıkları özetleyeceğim.

Yedi ekonominin hepsi, kriz arifesindeki sekiz yılı (1990-1997’yi) ağır dış kırılganlıklar, kronik cari işlem açıkları içinde yaşamışlardı. Türkiye dışında hepsi kriz derslerini savunmacı reflekslere dönüştürmüş; sonraki sekiz yılın (2003-2010’un) toplamında dış fazla veren konumlara geçebilmiştir. İzledikleri politikaların dökümüne geçmiyorum. Farklı boyutlarda sermaye hareketlerini sınırlayan ve döviz kuru hareketlerini denetleyen yöntemler söz konusudur. 

2003 ve sonrasında Türkiye ise, bu grup içinde coşkulu sermaye hareketlerine tam teslimiyeti temsil eden tek ülkedir. IMF programının enflasyon hedeflemesini olduğu gibi uyguladı. Uluslararası sermaye hareketlerinin canlı ortamında sonuç bellidir: Yüksek faiz, ucuzlayan döviz fiyatları… Ulusal sanayinin rekabet gücünün giderek aşınması… 

AKP’li yıllarda Türkiye’deki sonuç, dış bağımlılıkta çarpıcı artış oldu. Sadece cari açığa bakalım: 1990-1997 yıllarının birikimli dış açık / millî gelir oranı sadece binde sekiz, yani %0,8’dir. 1990’lı yıllarda yukarıda değindiğim rekabetçi döviz kurunu hedefleyen politikaların katkısı ortadadır. “Ucuz döviz” mahkumiyetinin süregeldiği 2003-2010’un toplamında ise dış açığın millî gelirdeki payı yüzde 4,8’e sıçramıştır. 

2013 sonrası: “Gönüllü” tutsaklık, son “pişmanlık”…  

2013’te FED’in parasal daralmaya geçiş kararını izleyen ve dış kaynakların daraldığı dönemde AKP iktidarı sıkıntıya sürüklendi. Teslimiyetçi enflasyon hedeflemesinin yapısal sonuçları öylesine ağırlaştı ki, döviz fiyatlarında yükselme, artık, ithal ikamesine geçişi, ihracatı canlandıracak bir “iyi haber” değil; bir kriz işareti olarak algılanmaktadır. 

Erdoğan geçmişte benimsediği, işine gelen enflasyon hedeflemesi kurallarından yakınmaya başladı; TCMB başkanlarına, “faiz lobisine” saldırdı; “komplo” senaryoları icat etti. 2018 krizinin hızlanmasına katkı yaptı. 

Geç kalmıştır. 2002 seçim kampanyasında eleştirdiği IMF programını iktidara geçince olduğu gibi benimsediği için… Kendisini iktidara getiren kriz derslerini algılamadığı; örnek verdiğim Arjantin ve Doğu Asya ülkelerinin savunmacı reflekslerini uygulama fırsatını o tarihte kaçırdığı için…

Ağır dış bağımlılık koşullarında çaresiz kalan iktidar, yolun sonuna gelmiştir. Pratik alternatifleri tasarlayacak fikrî enerjiden dahi yoksundur.