Seksen Yıl Öncesinden Dersler

Kapitalist sistem, son seksen yılın en ağır bunalımından geçiyor ve 1929 kriziyle karşılaştırmalar yapılıyor. Önceki büyük bunalıma ABD'de, Avrupa'da değil çevre ekonomilerinde gösterilen tepkileri gözden geçirelim ve soralım: Günümüze ışık tutacak öğeler var mıdır?

1929'daki borsa krizi sonrasında kapitalist ekonomiler on kayıp yıl olarak adlandırılan bir depresyona sürüklendiler. Örneğin ABD, bunalım öncesinin millî gelir düzeyine 1939'da ulaşabildi ve depresyondan ancak İkinci Dünya Savaşı sayesinde kalıcı olarak çıktı.

1929 yılı, kapitalist sistemin dışında yer alan tek ülke olan Sovyetler Birliği için bambaşka bir dönüm noktası olarak, beş yıllık planlara dayalı bir kalkınma sürecinin başlangıcı olarak önem taşır. Kendisini piyasa anarşisinden yalıtabilen Sovyetler Birliği, iki beş yıllık plan boyunca kesintisiz büyüyerek, Nazi saldırısına karşı ayakta kalabildi sonunda zafere yol açan ekonomik alt-yapıyı inşa edebildi.

Türkiye'nin 1930'lu yıllarına da bakalım. Büyük buhran patlak verdiğinde, genç Cumhuriyetin liderleri, dışarıdan telkin edilen reçetelere kulaklarını tıkadılar sınama-yanılma yöntemiyle önce serbest ticaret doktrinini reddettiler gümrükleri yükselterek, ithalata miktar sınırlamaları getirerek iç piyasayı koruma şemsiyesi altına aldılar. Türk Parasını Koruma Kanunu'nu çıkararak döviz işlemlerini denetlediler. Yerli burjuvazi, bu ortamdan yararlanarak ekonomiyi dinamik bir kalkınma patikasına yöneltebilecek miydi? Bu beklentinin gerçekleşmemesi, sermaye birikimini ve sanayileşmeyi gerçekleştirecek aktif bir aktör olarak devleti devreye sokma kararına yol açtı. Korumacılık / devletçilik sentezi böylece oluştu. Bu sentez, dünya bunalımını kapsayan 1930-1939 yıllarında Türkiye'de millî gelirin ortalama yüzde 6'ya yaklaşan sanayi sektörünün ise 10'u aşan tempolarda büyümesini mümkün kıldı.

Korumacılık / devletçilik sentezi üzerine inşa edilen sanayileşme stratejisinin gerekçesi, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı'nın "Giriş" bölümünde (biraz sadeleştirdiğim) şu ifadelerle 1933'te ortaya konuluyordu: "Batının sanayici ülkeleri ile tarımcı ve hammaddeci ülkeler arasındaki bağımlılık, sanayici ülkeleri ihya edici, [Türkiye gibi] hammadde ülkelerini ise çökertici durumlar yaratmaktaydı. Büyük sanayici memleketler, aralarındaki bütün siyasi ve iktisadi ihtilaflara rağmen, tarımcı ülkeleri her zaman için hammaddeci konumunda bırakmak piyasalarına hakim olmak [ve bunların] silkinme hareketlerine er geç set çekmek hususlarında birleşeceklerdir. Özellikle bu gerçek, muhtaç olduğumuz sanayiyi zaman kaybetmeden kurmak için en önemli etkenimizdir."

Bu stratejik tepki Türkiye'ye özgü değildi. Buhran, tarımsal fiyatlar öylesine çökertmişti ki, ham madde ihracatında uzmanlaşmış ekonomiler, önceki miktarda sanayi ürünü ithal edebilmek için giderek artan miktarda ihracata mahkûm hale gelmişlerdi. Bu koşullarda serbest ticaret, yoksulları daha da yoksullaştıracaktı. Bu olumsuz durumun, dış borçlanmayla hafiflemesi de imkânsızdı zira, kriz, metropollerden kaynaklanan sermaye ihracını kurutmaktaydı. Basiretli çevre ekonomileri, bu kısır döngüyü, ithalatı kısıtlayıp yerli sanayi kurma seçeneğini izleyerek aştılar.

Bu yolu seçen Latin Amerika ülkelerinde, korumacılık / devletçilik sentezinin ikinci ayağı Türkiye'deki kadar aktif ve güçlü değildi. Yirmi yıl sonra bu dönemi değerlendiren ve sosyal bilimlerde "bağımlılık okulu" diye nitelendiren akımın kurucuları, Latin Amerika gözlemlerinden hareketle şu tezi geliştirdiler: Emperyalist metropollerin krizi, çevre ekonomilerinde bağımsız gelişimin ilk tarihsel fırsatını doğurur. Bu fırsatı hayata geçirme aracı ise ithal ikameci sanayileşmedir. Türkiye'de ise bu teşhisin resmî bir belgede çok daha önce (1933'te) yapılmış olduğuna yukarıda işaret ettik.

Seksen yıl önceki büyük buhran yıllarında emperyalist sistemle göbek bağlarını olduğu gibi koruyan çevre ekonomileri bunalımın bataklığına saplanıp kaldılar. Önce Sovyetler Birliği sosyalist planlamayla buhrana meydan okudu. Sonra Türkiye ve bazı Latin Amerika ekonomileri, en azından iç piyasalarını koruyarak ve bazen de (Türkiye'deki gibi) devleti aktif bir oyuncu olarak devreye sokarak kısır döngüyü aştılar. Buralarda siyasi iktidarlar, değişen, güç koşullara "bizzat düşünerek, tartışarak, deneyerek, yanılarak" yanıtlar aradılar bu sayede felâket ortamlarını fırsata dönüştürdüler ve çevre ekonomilerinde sanayileşme doğrultusunda ilk ciddi adımların atılmasına katkılar yaptılar.

Bugün de seksen yıl öncesine benzeyen koşullar, yer yer geçmiş deneyimleri andıran tepki, direnme yöntemlerini gündeme getiriyor. Pasif teslimiyet dışındaki tüm yeni arayışları zaman zaman bu köşenin okurlarıyla paylaşmak istiyorum.