Risk iştahı ve merkez bankası

Merkez Bankası’nın Temmuz 2013 tarihli Enflasyon Raporu’nda, “Risk iştahı” terimi, 18 kere kullanılıyor. Böylece ekonominin önümüzdeki dönemdeki kaderi, büyük ölçüde bu “iştah bozukluğu”nun yol açacağı sermaye çıkışlarına bağlanıyor.

Geçen hafta bu köşedeki yazı şöyle son buluyordu: “Mayıs-Haziran konjonktürü süregelirse, yılın son aylarında ve 2014 başlarında ekonominin küçülmesi beklenebilir.” Türkiye ekonomisini yönetenler bu olasılığı algılıyorlar mı? Ne yapıyorlar? Kısa vadeli makro-ekonomik politikalar üzerinde odaklanarak ve biraz da geriye bakarak tartışalım.

Ekonominin makro-ekonomik yönetimi, 2000 sonrasında IMF tarafından belirlendi, stand-by anlaşmalarıyla uygulamaya taşındı. Sonuncu anlaşmayı AKP 2005’te imzaladı üç yıllık program Mayıs 2008’de son buldu sonraki görüşmeler, bir anlaşma ile sonuçlanmadan kesildi.

Yeni bir stand-by anlaşması imzalanmadı ama IMF programlarının iki temel öğesi olan maliye ve para politikaları 2011’in ortalarına kadar sadakatle uygulandı. Maliye politikalarının amacı, kamu sektörünü mali disiplin altında tutmak olarak belirlendi. AKP bu alanda “sözünün eri” oldu. Bütçelerde faiz dışı fazla hedefleri izlendi, kamu borç göstergeleri aşağı çekildi.

Merkez Bankası’nın sorumluluğu altındaki para politikası ise enflasyon hedeflemesine bağlandı. Fiyat istikrarı (düşük enflasyon) temel hedef oldu, bu da yüksek faiz oranlarına (daraltıcı para politikalarına) dayandırıldı. Döviz kuru ise bir politika hedefi olmaktan çıkarıldı.

Kısa kesintiler bir yana, ana eğilim bol kepçe sıcak para girişleri sayesinde ucuzlayan döviz oldu reel kredi faizlerinin yüksekliği, özel sektörü dış borçlanmaya yöneltti. Sonuçta dış açıklar, dış borçlar tırmandı ekonominin kırılganlığı arttı.

* * *

Erdem Başçı’nın Nisan 2011’de TCMB Başkanlığı’na atanmasından birkaç ay sonra, Avro Bölgesi’nin borç krizi, Türkiye ekonomisini etkiledi. Dış kaynak akımlarının gerilemesi, döviz fiyatlarını tırmandırır, yüksek dış borçlu şirketleri, bankaları tehdit eder, bir kriz riskini gündeme getirir. Yeni Başkan bu olasılığı algıladı, on yıllık enflasyon hedeflemesi politikasından sessizce uzaklaştı, önceliği finansal istikrara taşıdı. Bu öncelik kaydırması “sessizce” yapılmalıydı, zira TCMB Kanunu’nun 2001 tarihli 4. maddesine göre “Banka’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır” ve “finansal istikrar” ikincil amaçlar içinde dahi yer almamaktadır.

“Finansal istikrar” aramaya başlıyorlar ama finansal istikrarsızlığın, kriz risklerinin temel nedeni olan serbest (başıboş) sermaye hareketlerini sorgulayamıyorlar. Bir yandan neo-liberal yobazlığa ters düşmekten kaçınıyorlar, bir yandan da biliyorlar ki, yüksek dış açıklara mahkum bir ekonominin, sıcak para girişlerini kısıtlayacak lüksü yoktur.

Bu çerçeve içinde ucuzlayan döviz (TL’nin değerlenmesi) bir sorun olarak görülmedi tam aksine uygun ortamlarda, örneğin 2012 başında, “yıl boyunca TL’nin değerleneceği” güvencesi verilerek, sıcak para girişleri davet ve teşvik edildi. Bu konjonktür içinde, TCMB hem net rezerv biriktirdi hem de ticari bankaların döviz varlıklarının bir bölümünün Merkez Bankası’na devredilmesini sağladı.

Dış kaynak girişlerinin durgunlaştığı, tersine döndüğü ortamlarda ise TCMB esas olarak rezervlerini piyasaya sürerek döviz fiyatlarını dizginlemeye çalıştı: Temmuz 2011’den sonra beş buçuk ayda 19 milyar dolara yakın, Mayıs 2013 sonrasında on bir haftada 10 milyarı aşkın brüt rezerv harcadı. Bu rezervlerin yarısından fazlasının Merkez Bankası’na ait olmadığı dikkate alınırsa, döviz piyasalarını bu yöntemle denetleme gücü sınırlıdır. Politika faizlerinin yukarı çekilmesinin sermaye çıkışlarını caydırıcı etkileri ise abartılmaktadır.

* * *

Merkez Bankası’nın Temmuz 2013 tarihli Enflasyon Raporu, dış kaynak girişlerinin gerilediği bir ortamın sıkıntıları, sorunları üzerinde odaklanıyor ve yukarıda anlattığım çerçevenin tüm öğelerini içeriyor.

Nitekim, Rapor, “risk iştahındaki oynaklık sonunda gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışı” vurgulanarak başlamakta, sonraki sayfalar da aynı minval içinde devam etmektedir. “Risk iştahı” teriminin, Rapor boyunca 18 kere kullanılması anlamlıdır. Böylece ekonominin önümüzdeki dönemdeki kaderi, büyük ölçüde bu “iştah bozukluğu”nun yol açacağı sermaye çıkışlarına bağlanmış olmaktadır.

Enflasyon ise Enflasyon Raporu’nda ikincil plandadır. TCMB’nin etki alanı dışında kalan maliyet öğelerine (döviz, petrol fiyatlarına) ve iç talebe bağımlı görülen enflasyon, önemini yitirmekte sessiz-sedasız politika önceliği dışına kaydırılmaktadır.

Rapor’un sermaye çıkışlarının çevre ekonomileri ve Türkiye üzerindeki riskleri üzerinde odaklanması doğrudur ama sonuç hazindir. Zira, TCMB’nin uyguladığı (ve yukarıda özetlediğim) önlemler anlatılıyor ama bunların dışsal kırılganlık ortamında etkisizlikleri de ortaya çıkıyor.

TCMB’nin meramını, herhalde şöyle özetleyebiliriz: “Dünyada risk iştahı düşmektedir, olumsuz sonuçlar olacaktır, bu ‘iştah’ keşke hızla canlansa…”
Bizim de sorgulama hakkımız doğar: “Hangi akla uyarak Türkiye’nin kaderini spekülatif finans kapitalin risk iştahına, yani sömürme hırsına bağımlı kıldınız, teslim etmektesiniz?”