On Yılda İki Kriz: Kapitalizmin Doğal Hali

Kapitalist dünya sistemi on yılda iki kez krize girdi. İkincisinin içindeyiz. Ne zaman son bulacağı belli değil.

Her ikisi de emperyalizmin temel öğelerinden biri olan finans kapitalin yol açtığı krizlerdi. Birincisi 1997-1998'de emperyalist sistemin çevresinde patlak verdi. Doğu Asya'da başladı. Rusya'ya, ardından Latin Amerika'ya sıçradı son olarak da Türkiye'ye (2000-2001) uğradı.

Bu krizin arka planında uluslararası finans kapitalin çevre ülkelerine giriş-çıkışlarını frenleyen ulusal düzenlemelerin kaldırılması vardı. Adım adım döviz kontrollarına son verildi. Yerli-yabancı ayrımı yapmadan ülkelere para girişi-çıkışı bankaların, şirketlerin, bireylerin dövizle ve ülke dışından borçlanmaları serbestleştirildi. Hisse senetleri, devlet tahvilleri, hazine bonoları uluslararası finans kapitale, yabancı spekülatörlere açıldı. İster "yerli aktörler" dıştan borçlansın isterse yabancılar yerli paralı (TL'li) kâğıtları satın alsınlar, mevduata girsinler, sonuç aynıdır: Ekonomiye zaman zaman çok yüksek düzeylere ulaşan yabancı sermaye girmiş olur. Büyük bölümü kısa vadeli, spekülatif sıcak para olan sermaye girişleri dövizi bollaştırır ucuzlatır. Yüksek faiz, yüksek borsa getirisi ucuzlayan dövizle birleşince yabancı sıcak para zaman zaman dolar üzerinden yüzde 30-50 arasında seyreden getirilere ulaşır.

Ne var ki bu getirilerin kâğıt üzerinde kalmaması, yabancı rantiyelerin, finansal kuruluşların fiilen "ceplerine girmesi" istenir. Bunun için de uygun zamanda "çıkmak" gerekir. Çevre ekonomileri, 1997'den itibaren sermaye hareketlerinde "ani durma veya çıkış" olgusuyla karşı karşıya gelince finansal krizlere sürüklendiler. Nereden, hangi ülkeden çıkış? Her yerde kronikleşen kırılganlık öğeleri vardı. Kimilerinde yüksek ve kısa vadeli dış borçlar, döviz kazandırmayacak (örneğin gayri menkule dönük) yatırımların finansmanına yöneldi. Kimilerinde (Arjantin ve Türkiye'de olduğu gibi) IMF nominal döviz kuru hedeflerine dayanan enflasyonla mücadele programları oluşturdu. Bu sayede sıcak paranın yüksek getirili çıkışları garantiye alınmış oldu. En ufak risk algılaması hızlı çıkışlara, finansal krizlere yol açtı.

1997-2001 arasında çevre ekonomilerini yangın yerine çeviren krizler böylece patlak verdi. Bu ilk kriz dalgasına ilişkin iki saptama önem taşıyor: (1) IMF'nin krizli ülkelerin devletlerine açtığı krediler uluslararası finans kapitalin alacakları için kullanıldı. Bu ilk kriz dalgasından metropol sermayesi kazançlı çıktı. (2) Kriz, sermaye hareketlerine tam serbestleşme tanımayan Çin ve Hindistan'a bulaşmadı. Sonraki yılların en hızlı büyüyen iki ekonomisi de bunlar olacaktı.

***

Tamı tamına on yıl sonra, 2007-2008'de kapitalizmin ikinci krizi, Amerika'dan başlayarak metropolde patlak verdi. Çevre ekonomilerine de yayılarak dört başı mamur bir uluslar arası ekonomik bunalıma dönüştü. Nasıl, hangi etkenlerle patlak verdi? Nasıl yayıldı? Daha önce inceledik tartıştık. Tekrarlamayalım birkaç vurgulamayla yetinelim.

İki kriz arasında geçen on yıl boyunca Amerika tüm dünyadan ve öncelikle de çevre ekonomilerinden giderek artan düzey ve oranlarda kaynak almıştır. Bir önceki kriz patlak verdiğinde (1997'de) Amerikan ekonomisine milli gelirinin yüzde 2'sinin altında kaynak aktarılıyordu. On yıl sonra bu oran yüzde 6'ya ulaşmıştı. Dış dünya, başta petrol ihracatçıları, Çin, Japonya ve tüm çevre ekonomileri Amerika'ya kaynak aktarırken, sanal varlıklardan oluşan bir finansal piyasanın, New York borsasının canlanmasına hazine borç senetlerinin, doların değerinin korunmasına katkı yapmaktaydı. Amerikalıların abartılı tüketim düzeylerinin borçlanarak artırılması emperyalist yayılmacılığın bütçe açıklarıyla sürdürülmesi finans kapitale intikal eden ve doymaz kazançların (abartılı kârların, komisyonların, yönetici tazminat, prim, tazminat ve maaşlarının) finansmanı böylece sağlandı.

Bu saadet zincirinin kopması kaçınılmazdı. Bir kez daha emperyalist sistem, temel öğelerinden birini oluşturan finans kapitalin doymazlığının ürünü olan bir bunalıma sürüklendi. Kendi haline bırakılırsa, "mazlum halkların" ve tüm coğrafyalardaki emekçi sınıfların sırtından bu krizi de aşacaktır.

Şimdilerde krize karşı alternatifleri düşünen, tartışan ilerici çevreler, bu "halklar ve sınıflar"ın savunma mevzilerini pekiştirmeyi hedeflemektedir. Doğrudur zira, kriz ortamında sermayenin programlarına teslimiyet, stratejik, kalıcı ve uzun dönemli bir yenilgi anlamına gelecektir. Ne var ki, eski mevziler savunulurken on yılda bir bizleri mahveden bu krizlerin kapitalizmin doğasından kaynaklandığı ve ancak kapitalizm aşılırsa son bulacağı da algılanmalıdır. Emekçiler bu algılama doğrultusunda direnir ve karşı saldırıya geçerlerse belki, o zaman, "tarihin tekerrürü" önlenebilecektir.