Karışık Kafalar, Tatsız Gelişmeler KORKUT BORATAV

Hükümet çevreleri, hâlâ "teğet geçme" söylemine inanmak ister görünseler de, kriz dalgasının bize de çarpmakta olduğu inkâr edilemez. Ancak, etkilenmemiz, benzer konumdaki ülkelere göre daha mı serttir daha mı hafiftir? Bazı göstergeleri, belirtileri gözden geçirerek kısaca tartışalım.

Türkiye için en önemli etkilenme kanalının sermaye hareketleri olduğunu bu köşede sık sık vurguladım. Dış kaynak girişlerindeki daralma ve sıcak para çıkışları, resmi ve özel rezervler tarafından telâfi edilmezse, döviz kurları yukarı çıkar. Sermaye hareketlerindeki daralma ve çıkışların farklı ülkelere hangi oranlarda yansıdığını ortaya koyan göstergelerden biri, bu nedenle, döviz kuru hareketleridir.

Ben de finansal krizin çevre ekonomilerine bulaşmaya başladığı Ağustos sonu ile 21 Kasım arasındaki dolar kurlarındaki değişmeleri, çevre ekonomilerinin (petrolcüler hariç, Türkiye dahil) en büyük yirmisi için karşılaştırdım. Türkiye, dolar fiyatında yüzde 41,4'lük bir artışla Brezilya'nın (%51,9'luk sıçrama) ardından listenin ikinci sırasında yer alıyor. Bu ikiliyi izleyen dört ülkedeki kur artışlarını da vereyim: Güney Kore (%37,3), Güney Afrika (%36), Polonya (%35,8) ve Meksika (%33,5)... Tek başına bu göstergeye bakarsak, finansal krizden şu ana kadar en şiddetle etkilenen iki çevre ekonomisinden biri Türkiye'dir.

Bizim gibi ekonomilere giren yabancı fonları yöneten büyük bankalardan Morgan Stanley, çevre ekonomilerinde döviz kurlarındaki yükselmeleri endişeyle karşılıyor ve yatırımcılara "kısa vadeli olumlu bir konjonktürü yakaladığınız anda çıkınız" tavsiyesini veriyor.

Son öngörülerden birine göre, 2009'da metropolden "yükselen piyasa ekonomileri"ne sermaye ihracı 750 milyar dolardan 300 milyara inecektir. Fon akımlarındaki bu dramatik daralmayı, çevre ekonomilerinin aynı dönemdeki dış kaynak gereksinim tahminleriyle karşılaştırmak, hangi ülkelerin daha kırılgan konumda olduğunu ortaya koyacaktır. Şu anda kendisi de batma sınırlarında debelenen Citigroup, otuz ülke için böyle bir tahmin yapmış: Kısa vadeli ticari borçlar ve cari açık hariç Türkiye'nin 2009'daki dış finansman gereksinimi, 109 milyar dolar olarak öngörülüyor. Bu toplamla ülkemiz, Polonya'dan sonra ikinci sıradadır. Kısa vadeli ticari borçlar katılırsa Türkiye'nin dış finansman gereksinimi 136 milyar dolara (ve Rusya ile Güney Kore'den sonra üçüncü sıraya) yükselecektir. Dış kaynak gereksiniminin resmi rezervlere oranı da bir kırılganlık göstergesidir. Bu orana bakılırsa Türkiye, kapsanan büyükçe ekonomiler içinde (her ikisi de artık IMF gözetimi altına girmiş olan) Macaristan ve Ukrayna'dan sonra üçüncü sırada yer alıyor.

***

Gelelim IMF tartışmalarına... Bu konuda, kafa karışıklığı veya bilinçli saptırmalar yaygın. Bunlardan biri, Başbakan'ın "ümüğümüze bastırmayız" çıkışıyla başladı.

Ekim 2008'de yayımlanan bir IMF raporunda (World Economic Outlook, ss.69-71), finansal kriz ortamına Türkiye gibi, "büyük cari açık, yüksek dış borçlar" koşullarında sürüklenen ülkeler için önerilecek reçete açıkça ifade edilmiştir: Sıkı para ve maliye politikalarına devam ve emek piyasalarındaki katılıkların hafifletilmesi... 30-40 milyar dolarlık geleneksel bir stand-by görüşülmekteyse, AKP'nin kamu harcamalarını ve iç talebi pompalayarak yerel seçimlere kadar durumu idare etme arayışlarına bu çerçeve içinde onay verilemez. İç talebi genişleten politikalar, kriz konjonktürüne dış açık vermeden giren çevre ekonomileri (örneğin Çin) için savunulmakta ve oralarda uygulanmaktadır. Astronomik dış açıklar altında krize sürüklenen ABD'nin "düşük faiz, yüksek kamu harcamaları" uygulaması ise örnek gösterilemez zira süper-emperyalist Amerika ile Türkiye aynı kümede değildir.

Buna rağmen, başbakanın "ümüğüne basmayacak" bir IMF seçeneği, kriz ortamında oluşturulmuştur. Geçici döviz güçlükleriyle karşılaşabilecek gelişmekte olan ekonomilere, "kısa-vadeli likidite kolaylığı" adı altında, IMF kotalarının beş misline kadar (ve esas olarak resmi rezervlerin artırılması için kullanılması öngörülen) kredi açılabilecektir. Bu kaynağa, IMF ile geçmiş sicilleri "düzgün" olan ülkeler (örneğin Türkiye) başvurabilecektir. Olabilir ki, AKP hükümeti, Türkiye için 9 milyar doların biraz altında bir kaynak sağlayabilecek olan bu kredi için görüşmeler yapmaktadır ve parayı aldığında, "işte, ümüğümüze basılmasına izin vermedik" diye caka satmayı düşünmektedir.

Ne var ki, yukarıdaki finansman gereksinimleri dikkate alındığında 9 milyar dolar derde deva olamaz. Başbakan, acaba, can simidi olarak büyük boyutlu Körfez sermayesine mi bel bağlamıştır? Üstelik, petrol fiyatları hızla düşerken...