Döviz Fazlasından Bunalanlar

Çevre ekonomilerine dönük sermaye akımlarını yakından izleyen bir uluslararası kuruluş var: Institute of International Finance (IIF)… Bu enstitü Nisan 2010 tarihli bülteninde, (Türkiye dahil) otuz “yükselen piyasa ekonomisi”ne dönük özel yabancı sermaye girişlerinin 2009’da 531 milyar dolar düzeyinde olduğunu ve kriz öncesine (2007’ye) göre yüzde 40 oranında daraldığını belirlemişti. 2010’da ise, üçte bir oranında artışa rağmen toplam sermaye girişlerinin 2007’nin yüzde 20 gerisinde kalacağı öngörülmektedir. Uluslararası sermaye hareketlerinde bir canlanmanın başladığı ama, kriz önceki düzeylerin henüz ufukta görünmediği vurgulanmaktadır.

“Sütten ağzı yananlar”, dış kaynak akımlarındaki ılımlı canlanmayı “yeniden bir balonlaşma mı?” endişesiyle karşıladılar. “Sermaye hareketlerinde sınırsız serbest giriş, serbest çıkış” politikalarının bağnaz partizanı olan IMF bile tavır değiştirme belirtileri gösterdi. Şubat 2010’da altı IMF uzmanı, “Sermaye Girişleri: Denetimlerin Rolü” başlıklı bir inceleme yayımladılar. Temmuz’da “IMF’nin iki ağır topu” (Blanchard ve Strauss-Kahn) yüksek tempolu sermaye girişlerinin yaratabileceği balonlaşmanın tehlikelerine dikkat çektiler kısa dönemli, geçici denetimlerin gerekli ve yararlı olabileceğini belirttiler.

Balonlaşmanın ilk belirtilerinden biri döviz fiyatlarının ucuzlaması (yerli paranın değerlenmesi) olarak ortaya çıkar. Bu durum, spekülatif bir köpük oluşturmanın dışında, ithalatı ucuzlatır, ihracatı cezalandırır, dış borçlanmayı kamçılar kendi kendini besleyen bir kıır döngü oluşturarak üretken sektörler üzerinde istenmeyen etkiler yaratır.

***

Peki, “yükselen piyasa” ekonomilerinde tepkiler ne doğrultuda oldu? Uluslararası krizden en az etkilenen iki çevre ekonomisi, Çin ve Hindistan esasen öteden beri kısa vadeli, spekülatif sermaye girişlerini kısıtlamakta yerli aktörlerin ülke dışına sermaye çıkarrmalarını, dış borçlanmalarını yakından denetlemekte idiler.

Kriz sonrasının ilk savunma tepkisi Ekim 2009’da Brezilya’dan geldi: Yabancıların hisse senedi ve tahvil alımlarına yüzde 2 oranında vergi konuldu. Brezilya’yı Asyalılar izledi: Taywan, yabancıların vadeli hesap açmalarını kısıtladı. Güney Kore dövizle bağlantılı vadeli ve türev işlemlerini kısıtladı döviz kredilerini ülke dışında kullanılma koşuluna bağladı ve yabancı bankalar üzerindeki denetimleri sıkılaştırdı. Endonezya da, Merkez Bankası’nın kısa vadeli senetlerine yatırım yapan yabancı yatırımcıların “çıkış süresi”ni sınırlamayı kararlaştırdı.

***

Türkiye’yi hatırlatalım. IIF’nin “çevre ekonomilerine dönük sermaye hareketleri” üzerinde yukarıda aktardığım saptamaları Türkiye için de fazlasıyla geçerlidir: 2007-2009 arasında yabancı sermaye girişleri yüzde 93 oranında geriledi krizin bitimini izleyen aylarda da benzer hızda bir canlanma gerçekleşti. Ne var ki, Türkiye’de ekonomiyi yönetenler bu durumu Brezilyalılar, Koreliler gibi endişeyle değil hoşnutlukla karşıladılar. Zira, farkındadırlar ki, 2010’un ilk altı ayında milli gelirin yüzde 11 oranında büyümesi yabancı sermaye girişlerindeki hızlı canlanma sayesinde gerçekleşmiştir.

“Balonlaşmanın riskleri? Giren para çıktığında ne olur?” gibi sorular, çok kısa dönemli düşündükleri için gündemde değildir. Peki döviz fiyatları? Birer dolar ve avro’dan oluşan döviz sepeti, Ekim 2009 ile 24 Eylül 2010 arasında yüzde 6.2 oranında yılbaşından bu yana ise 5.6 oranında ucuzlamıştır. Bu oranlar, yüzde 8 faizli bir tahvilin dolar üzerinden yıllık getirisini yüzde 15’e çıkarmaktadır. Sıcak paranın aracılığından nemalanan, dövizle borçlanan, ucuz ithalattan yararlanan tüm çevreler durumdan hoşnut. Kimler şikâyet ediyor? Ucuz ithalatın, ucuz dövizin rekabetinden, baskısından bunalan orta boy sanayiciler…

Başbakan, döviz fiyatlarının yukarı çekilebileceği beklentisiyle Merkez Bankası’na, “rezervleri 100 milyar dolara artırın” çağrısında bulundu. Piyasadan döviz toplayarak rezerv artırmanın sorunları vardır: Döviz satın almakla yetinirseniz, TL’nin genişlemesi enflasyonu pompalar. Artan para arzını tahvil satarak “kısırlaştırma” yolunu izlerseniz, faizler yukarı çıkar. Daha da önemlisi, rezerv tutmak bedava değildir maliyetlidir. Bugünkü oranlara bakarsanız, rezervlerdeki 25 milyar dolarlık artışın en az 20 milyarı dış borçlanmayla gerçekleşmiş olacaktır. Borçlanma faizleriyle, rezervlerin sağladığı sembolik getiri arasında yüzde 5’lik bir marj varsayıldığında, 1 milyar dolarlık bir maliyet söz konusu olacaktır.

***

Kriz sonrasındaki canlanmaya, sermaye hareketlerini denetleyerek uyum sağlamaya çalışan altı ülkeye dönelim. Bu ekonomilerden hiçbiri kriz arifesinde (2007’de) dış açık sorunlarıyla karşı karşıya değillerdi. Milli gelirinin yüzde 1’i oranında cari açık veren Hindistan dışında hepsinin dış fazlaları vardı. Bu sayede, krizi içeren iki yıl içinde (binde 6 oranında küçülen Tayvan dışında) hepsinde pozitif büyüme gerçekleşti. Bu da büyük ölçüde kamu harcamaları ve iç talep yukarı çekilerek sağlandı. IMF’nin önerileri de bu doğrultudaydı ve sermaye girişlerinin denetlenmesine de bu olgular nedeniyle yeşil ışık da yakıldı.

Türkiye ise 2007’de milli gelirinin yüzde 5.8’i oranında dış açık vermekteydi krizin on iki ayı içinde yüzde 7.8 oranında küçüldü. Krizi izleyen aylarda cari işlem açığı hızla trımandı, bu yıl içinde 2007 oranına ulaşılacağı anlaşılmaktadır. Dış dünyanın bize “malî kural aracılığıyla kemer sıkma” reçetesini önermesi bu olgulara dayanıyor. Hükümet de aynı yolu “malî kural” cenderesine girmeden izlemenin yöntemlerini arıyor.

Kısacası, Türkiye dış dünya ile eklemlenme biçimlerini toptan ve radikal boyutlarda değiştirmedikçe, Kore, Brezilya, Hindistan’ın izlediği yöntemlerle sermaye hareketlerini denetleyemez. Balonlaşmanın kısa dönemli nimetlerinden nemalanacak zamanı gelince maliyetlerini sineye çekecektir.