2014 başında ekonomi: dışarıdan bakışlar

Hatırlayalım: Mayıs sonlarında ABD Merkez Bankası, önce ABD, oradan da dünya piyasalarına akıttığı astronomik likiditeyi frenleme niyetini açıklayınca, ilk şok dalgasının “yükselen piyasa ekonomileri”ne yöneleceği anlaşıldı. Finans çevreleri de sorgulamaya başladı: “En çok kimler etkilenecek?”

Ağustos’ta Morgan Stanley’den birileri, adres olarak “kırılgan beşler”i gösterdi: Türkiye, Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika… Liste kabul gördü Türkiye ekonomisine “dışarıdan bakışlar” da bu nedenle (diğer dört ülkeyle birlikte) yoğunlaştı.

Niçin bu beş ülke? Ortak özellikleri, son yıllarda yüksek tempoda sermaye girişlerinin hedefi olmaları ve çok büyük dış açık vermeleri… Anlaşıldı ki, dolar pompalamasının yavaşlaması önce bu beşliyi etkileyecek en azından finansal çalkantılara yol açacak.

Çalkantıların kaynağı, bu ülkelerin hisse senetlerine, borsalarına, tahvillerine, fonlarına dönük kısa vadeli (sıcak) para girişlerinin yavaşlamasıdır. Yansıması ise döviz fiyatları ile tahvil (borçlanma) faizlerinin yükselmesi borsa endekslerinin düşmesi…

Bu göstergeleri, kısa vadeli öngörülere bağlayarak izleyen önemli kuruluşların başında, dev Batı bankalarının üye olduğu Institute of International Finance (IIF) gelir. Mayıs’tan bu yana ülkeler-arası finansal göstergeleri karşılaştırarak saptıyor ki, dış ortamdaki belirsizlik en fazla “kırılgan beşler”e yansımıştır.

17 Aralık’ta başlayan çalkantı, finansal göstergelerin bozulması açısından Türkiye’yi diğerlerinin de önüne çıkardı. Ocak başındaki durumu değerlendiren IIF’ye göre, “18 Aralık’tan sonra Türkiye’yi FED’deki yavaşlamadan çok siyasi belirsizlikler etkilemiştir. Her şey, istikrarsızlığın nasıl ve ne zaman son bulacağına bağlıdır uzaması, büyümede sert bir yavaşlamaya yol açabilir.”

Demek ki finans kapitalin üst örgütlerinde “siyasi istikrarsızlığın nasıl son bulacağı” sorgulanıyor ancak tercih açıkça ifade edilmiyor. Zira, unutmayalım ki, finans sermayesinin tabanı rantiyelerden oluşur ve bunlar siyasi değerlendirmelerden uzak durmaya özen gösterir. Finansal varlıklardaki dalgalanmalara karşı gerekli güvenceler (“hedging”, CDS vb) sağlandıktan sonra, esas olan yüksek getiri arayışıdır. Ve örneğin Danske Bank’ın baş uzmanlarından Tuxen, “TL yeterince değer yitirmiş görünüyor üstelik TCMB’nin büyükçe bir faiz artırmasına gitme olasılığı da artmıştır” diyor ve “Türkiye’ye dönüş” için yatırımcılara yeşil ışık yakmış oluyor.

* * *

Peki, “kırılgan beşler” nerede yanlış yaptı? Örneğin sermaye hareketlerindeki her olumsuz dalgalanmada sert etkilenen çevre ekonomilerinin başında niçin Türkiye gelmektedir?

Bu soruları Türkiye bağlamında yıllardan beri inceledik tartışmaya açtık. Gösterdik ki 1989’da sermaye hareketlerindeki sınırsız serbestlik, on yıl sonra IMF’nin diğer makro-ekonomik reçeteleriyle birleşince ekonominin büyüme-durgunlaşma-küçülme çevrimi, büyük ölçüde dış kaynak hareketlerine bağımlı hale geldi. Sermaye girişlerinin artışı, yatırımları değil, tüketimi besledi farklı bir ifadeyle ulusal tasarruf oranlarını aşındırdı. Cari açık kronikleşti. Zamanla sanayinin, hatta ihracatın ithalata bağımlılığı yapısal olarak arttı belli bir büyüme hızının yol açtığı cari açık oranı da yükseldi.

Bu yapısal bozulmanın ana sorumlusu olan IMF, sorunları piyasaya teslimiyetin yetersizliğine ve devletin (örneğin kamu harcamalarının) büyüklüğüne bağladı. Çok farklı kriz ortamlarına karşı, beylik “parasal daralma, bütçelerde kemer sıkma” reçetelerinde ısrar etti.

IMF’nin Kasım 2013’te yayımlanan Türkiye raporu, hem bu teraneyi tekrarlıyor hem de neo-liberal saplantıları aşma işaretleri veriyor.

Örnek verelim: “Milli gelirin sadece yüzde 15’ine ulaşabilen düşük tasarruf oranları geçerli iken, oynak dış kaynak girişleri yatırımları belirlemektedir. Bu girişler bollaştıkça yatırım ve tüketim hızla genişler. Sermaye girişleri daralınca, ekonomi de aşağı çekilir. Türkiye’de büyüme ile sermaye akımları arasındaki korelasyon yaklaşık yüzde 80’dir ve benzer ülkelerin çok üzerindedir.”

İlk cümle, yatırımları tasarruflara bağlayan eski neo-klasik görüşün IMF’de nasıl kök saldığını gösteriyor. Tam aksine, (Marx, Keynes, Kalecki ve izleyicilerinin gösterdiği gibi) sermaye birikimi bağımsız (otonom) olarak belirlenir tasarruflar (içsel olarak) uyum sağlar.

İkinci cümleye, “yarım doğru” diyeceğiz. Son on beş yıla baktığımızda, sermaye girişlerindeki artış, öncelikle özel tüketimi kamçılamıştır sermaye birikimini değil. Ulusal tasarruf oranının yüzde 15’e gerilemiş olması, bu durumun yansımasıdır.

Son iki cümlede ise, on beş yıldan beri vurguladığımız bir saptamayı (nihayet) IMF uzmanları da doğruluyor. Ancak, Türkiye’ye bizzat taşıdıkları neo-liberal yobazlığın bu duruma katkısını itiraf etmedikleri için eksik bırakarak…