Orhan ağabey

O hep soğuk,  o hep puslu Londra’da, adımımı attığımda, sevgiyle, uzun zamandır bekliyormuş da nihayet gelmişcesine bir heyecanla, sımsıcak karşılandığım iki ya da üç evden biriydi Orhan ağabey ile Sevgi ablanın evi. Şimdi artık taşındıkları Farleigh Road’daki o eve az gitmemişimdir. Hiç ama hiç mutlu olmadığım o berbat başkentte, Sevgi ablanın, ikiye ayırarak her dilimi üzerine serdiği ceddar peynirli Yunan pidelerinin çay eşliğindeki tadı başka yerde de öyle miydi, emin değilim doğrusu. Sevgi abla, beklediği, geldiklerinde de sevince boğulduğu misafirlerine adındaki sevgisini de sunardı ikramlarının yanında, ondan mıydı acaba? 
Bu kadar sessiz, ama konuştuğunda da bu kadar mı güldürür bir kadın insanları? Sevgi abla öyleydi. Onda “humor”, patlayacağı ortama da, muhatabına  da yönelecek zamanı iyi bilirdi. Zaten sıcak olan o ev ortamını onun bu mizahı da ısıtmıştır. Londra’nın soğuğuna karşı koyan en iyi korunak bu iki güzel insanın sevgisiydi benim için de, başkaları için olduğu kadar. Hiç üşümemişimdir o evde. İnsan sıcaklığıyla ısıtılmış evlerden biriydi çünkü. Hasret kaldığım insan sıcaklığııyla. 
Orhan Suda, dünyanın en güzel ses tonuna, diksiyonuna sahip adamdı. Şiiri, düzyazıyı, bu kararlı, bu inanmış sosyalistten dinleyecektiniz. Sözcüklere ruh katmak nasıl bir şeymiş anlardınız o zaman. Harflerin bir müziği olduğunu da. Karşısındakini övme konusundaki cömertliği de dillere destandır. Ünlü mü ünlü dosyasına (bilgisayarı zehir gibi bilirdi ama yazı kesip dosyada saklama huyu vardı) benim de yazılarımı koyduğu olmuştur. Ne büyük onurdu. Emeği, harcanan zamanı dikkate alarak değerlendirirdi bir yazıyı, bir kitabı. Takdir duygularındaki cömertliği bundandı. Ondan daha iyi kim bilebilirdi ki sıkı, titiz çalışmayı? Bu güzel sesli adam, kimsenin kolay kolay anlayamayacağı bir çabanın içindeydi çünkü. Tam 35 yılını Fransızca-Türkçe sözlük hazırlamaya vakfetmiş, üstesinden de gelmiş, bana da yakında basılacağı müjdesini vermişti. 
Londra’da çok yalnızdım ben. Çok çevrem varsa da, bir , iki çok yakın dostumdan başka kimsem yoktu. İnsanı iklimin değil, yalnızlığın da üşüttüğünü en iyi Londra’da anladım ben. Beni yalnızlık çok ama çok üşütmüştür. Memleketteki bütün sevdiklerimin kayıp haberlerini bu başkentin soğuk havalarında aldım ben. Ölüm haberlerinin soğukluğu Londra’da, sahte baharımı “kışa çevirdi” hep. “Buralarda ölmeyeyim” diye çok çabaladım. Canım arkadaşım, can arkadaşım Kağan Güner’le Londra’da ölmeyeceğimize yemin ettik. Tüm randevularına sadık kalacak kadar sözünün eri olan Kağan sözünde duramadı. 48 yaşında gitti dünyamızdan. Ben , iliklerime kadar üşüdüm.
Orhan agabeyin sıcak kahkahası, her daim neşesi küçük çaplı güneşlerimden biri oldu. O evden uzaklaştığımda, ben hep için için titredim. Yalnızken daha çok üşüyor insan. Ülkede bıraktıklarım arasında güneşim de vardı. Nerede insan sıcaklığı varsa oraya koşmuş oluşum bu yüzdendi. Canımı çooook yakanların fazlalığı böyle davranmamdandır. Canımı hiç yakmayanlardandı Orhan ağabey. Etrafında, yüzünü görmek istemediğim iki üç uğursuz yüzünden aylarca gitmedim o eve. O mesele yapmadı ama. Beni hep aradı. Beğendiği bir yazımı bana baştan sona okudu bir gün. Dinlediğimde, “bu adam ne okursa beğendirir” deyip, kendi yazımdan memnun kaldım. Karşısındakini memnun etmek için var olan adamdı Orhan ağabey. Anılarında ne kadar içten anlatır yaşadıklarını. Dostluklarına bu kadar mı sadık olur bir insan? Yıllarca sakladığı mektuplaşmalarını yayınlayarak kültür dünyamıza sunması pek önemlidir bu yüzden.
Bu ölen adam oralarda ölmedi, ne mutlu. İstanbul’da onu gömdükleri törene gitmedim. Ağabeyimin, annemin, yıllar önce yeğenimin mezarına gitmediğim gibi. 
Nasıl gidebilirdim ki? 
Hangi insan güneşinin gömüldüğünü görmek ister.
Rahat uyu Orhan ağabeyciğim.